Hazır düzen bulmak veya yeni düzen kurmak

"Düzen" sözcüğü, çocukluğumda Sol çevrelerde yaygın kullanılan bir sözcük'tü. Aşık ihsani de bir türküsünde, "Kendine bir düzen getir hey!" der. "Bu düzen değişmelidir", sadece bir talep değil, Bülent Ecevit'in kült kitabının da adıydı ve sözcüğe herkes aşinaydı. Açıkçası, o zamanın insanlarıyla bu sözcük de kayboldu, sadece Türkiye'de değil, Dünyada da. Türkiye'de 1970'li yılların ortalarına hatta sonlarına kadar, daha çok eski TİP kökenliler, yani Türkiye'nin özgün bağımsız solcuları bu sözcüğü yaşattılar. Dünya'da 1970'lerde, "Sistem" denmeye başlandı ve bu sözcük 1980'lerin sindirilip kıyıda köşede kalmış, hapis anılarını anlatmaktan yorulan Sol çevrelerde ancak 1990'larda yaygın kullanılan bir sözcük oldu. "Düzen", Türkçe bir kelimeydi, "Sistem" ise "enternasyonal", eskilerin deyimiyle "beynelminel", hatta global bir laf. -Boşuna da değil. Yeni "Sistem" sözcüğünün kabul görmesi süreci, aynı zamanda bugünkü global Dünya ekonomisinin kurulması ve meşruiyetini kazanması süreciydi aynı zamanda, Türkiye'nin globalleşme ve tabii neoliberalleşmeye, 24 Ocak kararlarıyla başladığı malum, darbeden hemen önceydi.
    "Düzen kurmak", ideolojilerin genellikle ana amacıdır ve "Düzen" de zaten sürekli eleştiri halinde varolan ve kendinin bu şekilde farkına varan bir şeydir. Düzen gerçekten var mıdır, yoksa bir fiksiyon mudur, onu değiştirmek ne demektir, bu yazının konusu.
    İnsanoğlu ve insankızı, daima daha iyi bir yaşam peşinde koşmuştur, hayatın anlamı da buradadır zaten, ama "iyi yaşam"ın ne olduğu konusunda farklı fikirler vardır. Bugün "iyi yaşamak" deyince Türkiye'de, "Ev araba yat kat"dan daha fazlası anlaşılıyor. Anlaşmazlıkların en önemli nedeninden biri de bu. "Herşeyin var" ise, turlarla yurt dışına da gidiyorsan, geniş bir kesim ve dandik basın tarafından "iyi yaşıyor" sayılıyorsun. İyi yaşamanın, aslında bir ruhsal tatmin ve tekamül meselesi olduğu, maddi alanın da bu asıl hedefi desteklediği ölçüde anlam ve değer kazandığını bilenler, arabadan inip artık bisiklete binenler. Daha demokratik bir ülkede yaşamak isteği, kültürden daha fazla nasiplenebilmek, daha bilgili ve görgülü olmak, kimliğini daha açık ve yüksek perdeden ifade etmek, Kürt olmak, dünya vatandaşı olmak (ayrı bir yazı konusu), farklı cinsel seçimler, bazen Türk bazen Kürt bazen Alman veya İranlı olmak, Alevi Sünni değil Budist olmak ve özel tercihlerine kimsenin karışmasını istememek, domatesini evinde kendi yetiştirenlerden olmak... Sadece karın doyurmak ve "elalem ne der" hesabına indirgenemeyecek bir hayat bu ve kalitesi eskisi gibi düz ayak tanımlanmıyor.
    Düzen, insanların birşeyleri açıklama ihtiyacından doğma bir yerıgerçektir. Bir şeyi kolay anlamak için onu basitleştirir, belli köşe taşları koyup kadraja girmesini sağlarsınız. Düzen ve Sistem, böyle şeyler. Tanımlayabilmek için basite indirgemek, onu değiştirebilmek fikrinin de esasıdır. "Düzen" sözcüğünün hükmettiği zamanlarda, onu kurmak ve değiştirmek daha bir kolay gibi görünüyordu, zira Dünyada esas olan milli ekonomilerdi, globalleşme ise esasen -hepsi aynı standartları kullanan- havaalanlarında yaşamaktaydı. Pratik olarak "düzen kurmak" örnekleri vardı, mesela Küba, hatta barbarca da olsa Kamboçya veya Singapur, hatta Yugoslavya. "Sistem" lafı gediğe konduğundan beri "sistem kurmak" artık sadece teorik bir uğraşı. Kafa patlatıp tuğla kalınlığında kitaplar yazabilirsiniz bu konuda, ama "yeni bir sistem kurmak", eskiden "yeni bir düzen kurmak" anlayışından çok daha farklı bir niteliğe sahip ve bunu anlamaya çalışmadan, Dünyadaki hızlı değişimini anlamak da kolay değil.
    Eskiden bir parti kurar bir devrim yapar sonra da düzen kurardınız. Bunu sonuncu kez deneyenlere "İslamcılar" diyoruz. Dünyanın değişen bir yer olduğunu anlamayan ve bu anlamamazlıklarını da değişmez tek saydıkları kutsal kitaplarından yaptıkları alıntıların değişmezlığıne borçlu olan İslamcılar, hâlâ düzen çağında yaşadığımızı sanıyor. Formül şöyle: Örgüt, uzun vadeli katakulli ve şeriat. Ama bir şeyin farkına varmakta zorlanıyorlar: Sistem devrinde düzen kurmak için "düzen kurucu" müdahalelerde bulunursan, "düzelttiğin"den çok daha fazlasını bozarsın. Bu deneyimi de önce Amerikalılar yaşadı (ama Bush'un bir şey anladığını sanmıyorum, ardılları anladı).
    Açıklamak için iyice basite indirdiğimiz "Düzen", Immanuel Kant ve Thomas Hobbes için, koruyucusu olmadan yaşayamayan bir şeydir. Bu koruyucu, günümüze kadar esasen ABD (ve müttefikleri) idi. Ben bu "koruyucuları" silah-külah ile sınırlamadığımdan, "Sistemin merkez ülkeleri" diye ifade ediyordum, yani sadece NATO değil Japonya da, Çin ve artık Rusya da bu kategoride, çünkü kapitalizmin esaslarını hem koruyorlar hem de bizzat o esaslara dayalı bir varoluş biçimi sürdürüyorlar.
    "Düzen"in tedavülden kaldırılıp "sistem"e dahil edildiği Dünyamızda "sistem" nasıl değiştirilr? Bu yaygın ama yanlış soruya başka bir soruyla karşılık verilebilir: Sistem zaten değişken/hareketli/kapsayıcı ve bizim kafamız bassın diye tarif edilmiş birşey ise ve global ise, onun değişim istkametini/eğilimini nasıl etkileyebiliriz? "Sistem"in ortasına kafamıza göre -mesela kadayıflı İslam tipi- "Düzen" gecekondusu kurup yaşatamıyor isek, bu "Sistem"i nasıl değiştirebiliriz?
    Sistemi değiştirmenin ilk işi, onu yeniden ve başka türlü düşünmektir. Sonra, devrimlerle bir sürü şeyi yıkıp yenisini yapmak yerine -bu yol Irak'da izlenmişti mesela, orada "Düzen" kurulmaya çalışıldı, düzeni geçtik, sistem bile bozuldu- bütüne nüfuz edecek yeni moleküllerle aşılama yapmak...
    Bu şu demektir: Bugünkü "sistem"in genelinde işleyen ve asla tartışılmayan yapılara -mesela firma örgütlenmesi biçimi- alternatif mikro formatlar eklemek. Bunlar zaten oluyor ayrıca, mesela petrolün terki. Suudların fişini çeken ve mühendislerin kurguladığı elektrikli otomobiller sayesinde olmaya başladı.
    İnsanlar ille de izah edebildikleri bir "düzen" içinde mi yaşamalılar? Bu soru, "insan masal dünyasında mı yaşamalı" gibi bir soru. İzahat da bir yere kadar, sonra tüm terimler, hatta terminoloji değişiyor ve yeni izahatler/tanımlar gerekiyor. Günümüde tarihçiler, "tarih öyle değil böyle" diye yırtınırken, aslında "düzen" ve "sistem" düşüncelerinin yapay/geçici izahat kolaylığından kurtulmanın hiç de korkulacak bir şey olmadığını gösterdiklerinin farkında değiller. Belki de hızla değişen Dünyaya artık, "düzen" ve "sistem" ötesi bir yerden bakmanın zamanı gelmiştir.

"Batı'nın sonu" Doğu'nun başı mı, yoksa başka bir şey mi?

Büyük umutlarla okumaya başladığım ve yarısına geldiğim dokuzyüz küsür sayfalık "Licht aus dem Osten" (Doğu'dan yükselen ışık) adlı kitabın yazarı star tarihçi Peter Frankopan'ın "aslında bütün dünya tarihi Ortadoğu tarafından yapılmıştır, şimdi de böyledir" iddiasına getirdiği gerekçeleri arıyorum. Kitap hakkında yazılan eleştiriler bu istikametteydi, kitabı bana Kızkardeşcim de bu yüzden hediye etti. Benim merak ettiğim, mesela bu bölgenin Çin'i nasıl etkilediğiydi (Çin'in tarihini belirlemek falan bir yana) ve tabii bir çıban başı olarak, Dünyayı rahatsız ederek tarihi bugün nasıl bir tür ve şekilde "belirlediği" idi. Açıkcası bu sorularıma yanıt veren tek bir satır okumadım henüz. Tarihi ayrıntılar herkesin dikkatini çeker, ama ayrıntı için ille de bu kitabı okumak gerekmiyor.
Son zamanda Avrupa'da pıtrak gibi, "Tarihi yeniden okumak" kitapları arz-ı endam ediyor. Sadece iPad'imde böyle 7-8 tane kitap var, ikisini okudum. İlginç olan, bunların hiçbiri de doyurucu değil, sadece bir arayışın ürünü oldukları anlaşılıyor. Modern zamanlarda "Avrupa merkezli tarih" anlayışının rahatlığı, daha 1990'lı yıllarda sona ermişti, şimdi yeni bir bakış zamanı ve herkes malum bilgileri kendince okumaya çalışıyor.
    Türkiye'de "Batı batıyor yaşasın" ahmaklığının devamı olarak "Ah Osmanlı" gibi -cevap sayılamayacak- sayıklamalardan öte gidemeyen muktedir tarlasını saymazsak, "Batı'nın sonu" tartışmaları ve olayın Türkiye'deki olası devamı hakkında henüz tartışılmıyor -"Başkanlık sistemi" falan gibi saçmalıklardan ve günlük gündem yapıcıların oynattığı maymunlara bakmaktan vakit bulunamıyor. Köşe yazarlığı mefhumunun akıllara seza bir yanı var: Her gün yazacak bir şey bulacaksın. Evet bulunuyor elbette, ama bu kadar çok ve günlük şeyler yazanların sistemli okumaya ve sistemli düşünceler geliştirmeye zamanları yok, geliştirebilecek olan kişiler da bu işleri bırakıp ticarete falan atılmışler, zira bu tip konuların ve düşünen insanların önemini kavrayıp onlara yaşam alanı açan bir iktidar yok, muhalefet de yok, vakıf dernek arkadaş grubu vesairesi de yok. Almanya'da şimdilik sanat üretemeyen ünlü bir sanatçı tanıyorum, geçimini arkadaşları finanse ediyor hem de o arkadaşlarına iyi davranmadığı halde.
    Türkiye, tarihin en önemli süreçlerinden birine, son derece vasat bir yönetimle yakalandı. 2007'de "acilen profesyonellerin bilgi ve deneyimine dayanan bir yönetim kurulması gerektiği"ni, bu iktidarın 2008-2024 döneminde sadece felaket getirebileceğini yazmış biri olarak, Türkiye'nin geleceğini temsil eden yeni bir aklın kurulması gerektiğine inanıyorum. Tutuk, otosansürcü, korkak, günlük hengameden başka bir şeyle derinlemesine ilgilenmeyen köşe yazarı esnafının kotaramayacağı bir süreç bu ve meydanda onlardan başkaları da yok şu anda. Bir önceki yazıda bahsettiğim yeni entellektüalizmi muazzam ağır bir görev bekliyor: Hergün iktidarı boyamakla yetinmeyip ciddi alternatifler kurgulamak. Önümüzde, tam bir altüstoluş tablosu var -ve elbette Türkiye'den çok, Dünya'dan bahsediyorum...
    İki gün önce eski Alman Dışişleri Bakanı ve Yeşillerin efsane lideri Joschka Fischer'in kısa ama bir o kadar da önemli bir yazısı yayınlandı, yazının başlığı çok iddialı: "Batı'nın Sonu". Aydınlık gazetesi yazıyı hemen baş sayfaya çekmiş, İslamcılar böyle yazılara sevindirik oluyorlar ama Fischer'in bahsettiği, Türkiye'deki İslamcıların, "Batı çökünce Doğu yükselecek" hamhayaliyle alakalı değil, zaten tarih ve sosyoloji ilkel aritmetikle işlemez. Joschka Fischer, "Batı" denen şeyin net bir tarifini yaptıktan sonra onu "Garb"dan (Batı kültürü ve uygarlığından) ayrı tanımlıyor ama çok da ayrı değil, Garb zemininde oluşmuş bir şey "Batı". Garb kültür ve uygarlığı daha Akdenizli bir şey iken, "Batı", daha çok Atlantik odaklı siyasi bir yapılanmayı ifade ediyor yazısında ve özünde Avrupa ve Amerika'nın birlikteliği anlamına geliyor. Birinci Dünya Savaşı'nda 1917'de ABD'nin savaşa katılmasıyla başlayan ve 1941'de ABD ve İngiltere'nin "Atlantik Anlaşması" ile şekillenip NATO'nun kurulmasıyla son halini alan bir şey siyasi Batı. Joschka Fischer'in fikri böyle. Ben yazılarımda esasen iki farklı Batı'dan bahsederim: "Coğrafi Batı" ve "Sistemsel Batı". Coğrafi Batı, Fischer'in "Garp" dediği şeydir. Sistemsel Batı ise kapitalizmdir ve Dünyaya malolmuş, Dünyayı kapsayan bir sistemdir bugün.
    Joschka Fischer yazısında, ABD'nin Avrupa'yı koruyucu güç olarak -Trump'un seçilmesi ertesinde- bu rolünden çekilmesi ile birlikte, siyasi bir yapı olarak "Batı"nın fiilen sona erdiğini söylüyor. ABD daha içine kapalı bir yer olacak, kendi sorunlarıyla uğraşacak ve Ortadoğu'yu Suriye'den başlayarak Rusya'ya ve İran'a bırakacak. Bunun siyasi ve sosyolojik sonuçlarının önce İslamcıları vurmaya başladığını biliyoruz. Suud, Katar ve Türk elitlerine Allah kolaylık verir mi göreceğiz ama şimdiden yaşanabilecekleri de tahmin edebiliriz. Geçtiğimiz günlerde Yemen'den Kabe'ye doğrudan uzun menzilli bir roket atıldı ve Suud savunma sistemleri roketi havada vurarak Kabe'nin yok olmasını son anda önledi -Amerikan filmleri gibi bir olay. Ama bu kadar önemli olaylarda Amerikan filmlerinde bile Dünya'da yer yerinden oynuyor. Kabe'ye roket atılması, Müslüman ülkelerde basının konusu bile olmadı. Yıkılsaydı belki biriki gün baş sayfalarda görülecekti ve arkasından ibre hemen gene "Başkanlık tartışması"na dönecekti (neyini tartışıyorlarsa!) Aynı şey Hristiyanlığın, Hinduizmin, Budizmin merkezlerine olsa Dünya ayağa kalkar, mutlaka ortak askeri yaptırımlar falan uygulanırdı. Kısacası İslam şimdiden "Allah'a emanet" ve üzerine fena halde gidilmesine kimse bir şey demeyecek. Rusların (ve Çinlilerin) kendi ülkelerinin yapıları nedeniyle, İslamcılığa Batılılardan çok daha kötü davranacakları ve sistemli bir şekilde yok edecekleri şimdiden kesin. Yani "Batı yıkılıyomuş" diye sevinen İslamcıların ahmaklığı pek fazla şaşırtmıyor, ama kendi yokoluşuna sevinecek derecede ahmak çıkmalarına da üzülünemiyor. Şu anda Türk İslamcılığının bile çıkarları Batı'ya yakın olmakta, hem de tüm bu "Batı yıkılıyor" tartışmalarına rağmen.
    ABD'nin koruması zayıfladığı takdirde Avrupa'nın savunması cidden tehlike altına gireceğinden ya Rusya ile yakınlaşacak, veya pahalı bir ordu kurup Avrupa'daki refah seviyesini düşürecek ve bu ordunun bu bölgeye şimdikinden çok daha fazla karışacağını tahmin etmek de zor olmasa gerek. Yani yepyeni bir dönemde Türkiye'nin bu denklemde kendine yer bulması ve yer kurması, gerçekten de çok akıllı ve çok yönlü bir politikayla mümkün. "Başkan"ın günübirlik keyfi kararları ve "Allah yardım eder" hesabıyla gidilirse olay tam bir felakete dönüşebilir.
    "Batı yıkılıyor" deniyor diye birşeyin yıkıldığı da yok, sadece zayıflamak ve dominant güçlerin değişmesi diye bir şey var. "Yıkıldı" denen Roma imparatorluğu bile İtalya'da nasıl yaşıyorsa, "Çöktü" denen Vatikan devleti bile bir evlek yerden Dünya'da etkili olabiliyorsa, elbette Türkiye de yaşayacaktır, ama nasıl? Evrensel normlar yerine kişisel normlarla keyfi yönetilirse, bu kadar karışık/karmaşık bir yerin bütün kalması imkansızdır. Rusların ve diğerlerinin, "Haritalar değişir" lafını ciddiye alın. Belki hemen bağımsız Kürdistan kurulmaz ama Hatay gidebilir, hem de savaş tazminatı olarak ve Güneydoğu'da federal bir Kürt bölgesi ortaya çıkabilir. Bunun, bir savaş sonucu yaşanma ihtimali var. Sırf iktidarda kalmak için saçma sapan "sistem değişikliği" denemelerinde bulunanların, artık klasikleşmeye başlayan "Popülist politika" icabı, savaş/seferberlik falan diyerek savaş gerekçesine ihtiyaç duydukları açık. Ama 2012'de belirttiğim gibi bu savaşın hiç de umdukları gibi gitmeyeceğini düşünemeyecek kadar bi-haberler savaştan. Bu ihtimali, harita değişimlerine aşırı hassas, ama açlığa dayanıklı "Türk aşağılık kompleksi" açısından önce yazdım. Asıl mesele asla harita olamaz, çünkü bir ülkeyi büyük yapan asla harita büyüklüğü olmamıştır, ayrıca Türkiye harita bakımından da küçük bir ülke sayılmaz. Asıl bedel, Türklerin alıştığı belli refah seviyesinin kısa bir sürede dip yapması olur. Ekonomi küçülüyor, turizm gelirleri yarı yarıya azalıyor, muktedirler yabancı yatırımcılara "paranızı alıp defolun" diyor -hem de kategorik sistem krizinin tam ortasında. "Bir alternatifleri mi var" diye bakıyorsunuz, yüksek egodan başka bir şeyleri yok. Bunun sonucu, sınır değişiminden çok daha önemli bir ekonomik buhran, Türk varlığının küme düşmesi, küçük lüks getoların ortaya çıkması ve Brezilya'dakine benzer bir sefaletin doğması olabilir. Orada ülkenin bölünme tehlikesi yok, çünkü Brazilya nisbeten homojen bir kültüre sahip, yerliler çok küçük bir azınlık, ama Türkiye'de her beş kişiden biri Kürt. Ayrıca yeni ayrımlar var: Laik-Müslüman, Alevi-Sünni, Suriyeli-Türkiyeli vs. Kapital ve eğitimli kesim hâlâ seküler/laik ve devletin bol keseden harcadığı vergileri onlar veriyor, "Milletim" denen AKP seçmeni vermiyor. Şimdi kulağa biraz uçuk gelecek belki ama, "size vergi vermiyoruz, biz vergilerimizi kendi yerel yapılarımıza vermek istiyoruz" gibi şeyler söyleyen siyasi bir hareket çıkıp partileşebilir, gidip Amerikasıyla Avrupasıyla, hatta Rusyasıyla ve Çiniyle anlaşabilir. Hele şimdi katmadeğer üreten kesimlere, her yerde daha çok değer veriliyor, daha fazla rağbet ediliyor. Ayrışmalar sadece etnik-dini kimlik üzerinden olmaz.
    ABD'nin eski küresel yükümlülüklerinin bir kısmından çekilerek kendi ile daha fazla uğraşmasının sonucu, Joschka Fischer'in de değindiği gibi, Trump'un Çin'i "Dünya ticaretinin garantörü olmaya itmesi"dir. Bir Batı sistemi olan Kapitalizmin iyi işlemesi için garantörler gerekir ve Çin bu rolü mecburen devralabilir, çünkü ABD'deki yatırımlarından tutun da dünya plastik oyuncak deryasına kadar sistemin işlemesi için ulusdevlet kontrolleri en başta Çin için şarttır ve bunu birilerinin yerine getirmesi gerekir, neticede herkes aynı köhne kapitalizm gemisinde yol almaktadır. Bu ve benzeri gelişmeler, Doğunun yükseldiğini mi gösterir? Kısa vadede göreceli olarak belki, ama Batı sistemi kapitalizmin orijinali yerine taklidinin daha dayanıklı çıkacağı oldukça şüpheli. Yirmi küsür yıldır kapitalizmin kriz teorisi ile ilgilenen ve bu konuda Dünya'da otorite haline gelmiş post-marksist dostlarım, sistemin çöküş trendinin daha 1980'lerde başladığını söylerlerdi; sistemin motorunun reel ekonomiden fiktif finans ekonomisine dönmesiyle çöküşün başladığı tesbitini yapmışlardı, konuyu ben de yazdım. Ama Çin merkezli kapitalist bir Dünya ekonomisinin Batı'dan daha başarılı olma ihtimali hiç yok, hatta Batı'da "Kapitalizm sonrası Dünya" konusundaki fikrî-zikrî külliyatı Çin'in kısır basın-yayın hayatıyla kıyaslamak hiç mümkün değil. Yani alternatif gene Batı'da kurgulanıyor, orada düşünülüyor, orada yazılıyor.
    Doğu ile Batı arasında özgün bir "Orta Bölge" ülkesi olan Türkiye, Peter Frankopan'ın kanıtlamak isteyip pek beceremediği "Tarihi belirlemek" işini belki üslenemez ama, asfalt/beton manyağı ufuksuz mahv ekonomisiyle uğraşmak yerine, bal gibi kapitalizm sonrasını konuşabilir ve bakarsınız belki sahiden de sistemsel "Batı"ya alternatif yapılar üretir -yeter ki günlük "siyaset" çılgınlığı ve bildik şablonları takmayan özgür fikirli insanları olsun ve bu insanlar birbirleriyle konuşmayı yardımlaşmayı düşünmeyi öğrensinler ve ortak Türkiye paydasından ödün vermesinler.
    Coğrafi/kültürel Batı sonsuza dek yaşayacak, ama sistemsel Batı gerçekten çöküyor ve bu durum karşısında harıl harıl tartışanların ve birşeyler yapabilecek olanların büyük bir bölümü de Batılı. Ama geleceğin global sisteminin bugünkünden çok daha Uzakdoğulu olacağını söyleyebiliriz. Sistemin kültürel öğeleri, eskisi gibi sadece Batılı olmayacak. Orta bölgede Türkiye'nin köklü devlet geleneğini bırakıp bakkal aklını tercih etmesinin de ağır sonuçları olabilir. Orta Bölge'nin üç temel ülkesi vardır: Rusya, İran Türkiye. Bu üçlü denklemden Türkiye çıkabilir, ülke sayısı ikiye inebilir, çünkü artık siyasi bir şey olan Sünniliği sadece küçülmek ve zor bir varoluş türü bekliyor. Siyasallaşmış Sünniliğe tutunan bakkal aklıyla büyük devlet olmak kesinlikle mümkün değil. Onun yerine ancak, Sünniliği ve onun siyasallaşmış "İslam"ını reddeden seküler bir Türkiye yeniden gerçek anlamda büyük bir ülke olabilir. Bu kural, önümüzdeki dönemde çok daha iyi anlaşılacaktır.

Entelektüeller çağının sonu mu?

Aziz Nesin'in Taksim'deki "Marmara Otel"in adının başında peydahlanan "The" lafıyla çok dalga geçtiğini ve buna kızdığını hatırlıyorum. "Türkiye'nin aydınları" dendi mi (Eskiden "entelektüel" değil "aydın" kavramı kullanılırdı), nefes almadan sayardık: Yaşar Kemal, Aziz Nesin. Sonra bir nefes alınır, üçüncü kişiler değişirdi. Ben "Uğur Mumcu" derdim. Ama ilk iki kişi uzunca bir süre değişmedi, ta o berbat yıla kadar: 1995.
    Bu uğursuz yıl, Türkiye'nin PKK'ya karşı çok geniş hacımlı askeri bir operasyon yaparak 1999 yılında Öcalan'ın hapsine kadar sürecek bir dönemin başlangıcıdır. Galiba Türkiye'de entelektüeller çağının da -bence- sona erdiği yıldır. Ocak ayında "The" Marmara otelde patlayan bir bombayla, Türkiye'nin en önemli kültür adamı Onat Kutlar öldü. O dönemde ben Cumhuriyeti sadece onun yazılarını okumak için alıyordum. Uzun kültür yazıları yazardı ve kalitesi o günkü ve bu günkü seviyenin üzerindeydi. Uğur Mumcu'nun öldüğü gün Türkiye'ye temelli gelmeye karar vermiş biri olarak, İstanbul'a indiğim gün bütün televizyonlar Cumhuriyet gazetesinin bahçesinde toplanan kalabalığı, kırmızı karanfilleri ve Uğur Mumcu'nun gazete tarafından basılmış büyük fotoraflarını gösteriyordu. 1995 Temmuz'unda Aziz Nesin öldü ve geriye sadece koca Çınar Yaşar Kemal kaldı.
    Yaşar Kemal, Türk dilinin o dönemde -şimdi de- yaşayan en büyük yazarı olarak, Kürt meselesinin çözümü istikametinde çabalarda bulundu ama o yıldan sonra entelektüelizmin artık daha küçük harflerle yazıldığını, önemini hızla yitirdiğini ve giderek bugünün, "gereksizleşmek" gibi korkunç bir durumun eşiğine geldiğini söyleyebiliriz. Eskinin ulu din adamları (Türkiye'de ulu dervişler) ne idiyse, entelektüeller de modern çağın seküler etik deniz fenerleridir, yönünüzü ona bakarak tayin edebileceğiniz insanlardır. Öyleydiler. Türkiye'de de öyleydiler.
    Entelektüeller çağının ardından, -bence- büyük bir ruhsal boşluk kaldı. Sözünü hiç kimseden ve hiçbir şeyden sakınmayan Uğur Mumcu'nun yeri nasıl doldurulabilir? Bu artık iki nedenle imkansız. Birincisi, Uğur Mumcu'nun sahiden benzersiz, devamlı ve inatçı, daima sağlam bilgiye dayanan, Sol ahlakın yükseklerinden konuşan biri olmasıydı. İkincisi, Uğur Mumcu'nun yaşadığı atmosferin ve devrin artık olmaması. Günümüzde eski entelektüeller de, onların yaşadığı dünya da yok ve bu yazının konusu biraz da yeni dünyanın entelijansiyasıyla ilgili.
    Fransanın güçlü adamı De Gaulle, Filozof ve yazar, dik Solcu Sartre'ı tutuklamaktan bahsedenlere, "Sartre Fransa'dır, Fransa'yı tutuklayamazsınız" demiştir. 1968'lilerin kült figürü "Kızıl Dany", (Daniel Cohn-Bendit) Sartre'ın gelip, "Siz devrimi nasıl yapacaksanız bana anlat" dediğini ve onu can kulağıyla dinlediğini, anlattıklarına çok şaşırdığını anlatmıştır. O yıllarda Avrupa'nın bütün Hükümetlerinin başı bu gençlerle beladaydı, derken Almanya'da "Kızıl Ordu Fraksiyonu" (RAF) çıktı, "Kızıl Tugaylar" doğdu, aynı yıllarda Türkiye'de de Mahir Çayan ateşli yazılarını yazıyor, gizli Sol partiler ve örgütler, dernekler, pıtrak gibi her yerde kuruluyordu. Entelektüelizmin Sol bir damara sahip olmasının nedeni, uyarıcı ve eleştirici bir yana sahip olmak zorunluluğudur. Türkiye'de de, dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi "Aydın" denince akla, az veya çok Sol tandanslı insanlar gelir. Türkiye Solunun ve entelektüalizminin üzerinden silindir gibi geçen, günahı -askerler tarafından- ödene ödene bitirilemeyen 1980 darbesine rağmen, entelektüalizm bugüne kadar Sol kaldı.
    Entelektüelizm derken, "tanımlayan" ve "değerler sisteminde kategorilendiren" diye iki benzer gruptan bahsetmiş oluyoruz. Tanımlayan entelektüeli, daha çok bilim camiası ve Uğur Mumcu'nun temsil ettiği sağlam gazeteci formatında görebiliriz. Günümüzde gazetecilerin entelektüel boşluğu dolduran insanların çoğunluğunu oluşturduklarına bakarak, "Tanımlayan entelektüel"in geniş bir çevreyi oluşturduğu ama eskinin entelektüelleriyle kıyaslandığında, daha düşük bir profil sergilediğini söyleyebiliriz. Elimizden kayıp giden entelektüelizm, hayatı/olayları tanımlamaktan ziyade, onun etik/kültürel değerleri ışığında topluma ve eğitimli kesimlere yön veren, onların kendi fikirlerini oluşturmalarına temel sunan, toplumların değer yargılarının bekçisi niteliği taşıyan entelektüalizm. Yaşar Kemal ve Aziz Nesin böyle entelektüellerdi.
    Bugün televizyon stüdyolarını dolduran ve kaliteleri artık yerlerde sürünen "Konuşan kafa"lara entelektüelliği neden konduramıyoruz ve kolayca "Entel" diye aşağılayabiliyoruz? Çünkü bu ünsanların seviyesizliği bir yana, bir tarihi ufku yok. Daha geçtiğimiz birkaç yıla kadar aramızda yaşayan ama yaşlanıp suskunlaşan büyük isimler, "İlerleme", "Sosyalizm", "Daha insanca yaşamak ideali" gibi ambisyonlara sahiplerdi ve Sosyalist Blokun çöküşü ardından o perspektifler karışıp "Zamanın sonu" falan da ilan edilmiş olsa, nasıl bir zamanda yaşadıklarına dair sağlam fikirlere sahiplerdi. Entelektüeller en güzel atlara binip gittiler, onların yerine her akşam kafa kafaya verip ekranda politika konuşan, biteviye, yavan insanlar geldi. Evet aptal değiller, ama çok tekdüzeler. Tarih ve tarihi dönem bilincinin ortadan kalkmasıyla, günübirlik aynı (siyasi) konuları çiğneyip bir sonraki gündem konusunu bekleyen ve eski entelektüellerin cübbesine talip yeni entelektüellerin hiç bir tahmini ve tasavvurunun gerçekleşmemesi, gazetelerin halkın nabzını tutamadığı bir soyutlanma yaşattı Türkiye'ye ve tabii Dünyaya. Son yüzmi yıldır yaşanan muazzam değişimden entelektüel de nasiplendi.
    Entelektüel, ille de uzmanlık alanına sahip olmadan, makul akıl ve mantık yürüterek Dünya hakkında konuşulabildiği zamanların adamıdır/kadınıdır. Günümüzün son derece karmaşık ve digitalleşmiş Dünyasında, bu dünya hakkında konuşmak için daha çok, uzmanların ve bilimcilerin ağzına bakılıyor. Tabii bu, bilimcilerin şaşmaz yaratıklar olduğunu göstermiyor. Bu blogda galiba, bilim adamlarının gelecek tahminlerinin, maymunların daktiloyla şiir yazma ihtimali kadar olduğunu, uzman olmayan ilgili insanların çok daha doğru tahminler yaptıklarını yazmıştım. Devasa bir bilimsel araştırmanın sonucu. Ama asıl entelektüel, yani aklıyla ve kalbiyle tartarak Dünya hakkında konuşan ve sözü dinlenenler (artık dinlenilmiyor elbette), nereye gittiler, neden kayboldular? Bu sorunun ilk yanıtı, galiba gönüllü suskunluklarından, sonra mecburi angajmanlarından ve okur-yazarlık seviyesinin kendine has bir zirve yapmasından. Neden susuyorlar? Konuşup içeri atıldıklarında, bir haftada unutulabiliyorlar. Eskiden asla bir yerde unutulmazlardı. Mesela CHP'ye susuyorlar, çünkü diğerlerine göre en ehveni şerrin CHP olduğuna inanıyorlar, şer berbat bir şer. Aslı şöyle olmalıdır: Aydın, toplumunun milion taşıdır. Toplumsal ve insani değerleri, etik kuralları, ve benzeri birçok normu belirleyen, kategorize eden kişilerin, ehven-i şer falan tanımaması gerekir.
    Eski usul "entelektüeller çağı"na son veren asıl gelişme, artık kimsenin "mentor"a (yani mürşide/öğretmene veya kanaat önderine) ihtiyaç duymaması, sözünü söyleyebileceği mecraların son derece yaygınlaşmasıdır. Bu bağlamda Twitter'ın Türkiye'de Almanya'dakinden çok daha fazla kullanıldığını hatırlatalım. Elbette bu kullanım derecesinde "entelektüel faaliyet" yok denecek kadar az bir yer tutuyor, ama insanların Google kullanmayı öğrenmeleri, doğrudan söz edebilme mecralarına sahip olmaları, entelektüelizme küçümsenmeyecek bir darbe indirmiş görünüyor. Buradan çıkan sonuç, entelektüalizm sırasının geniş kitlelere geldiği gibi bir "fikir" değil elbette. Tam tersine. Vasatlaşmanın bu yoldan yayıldığını ve adına "Trol" denen yaratıkların, insanı şaşkınlıktan şaşkınlığa sürüklenebildikleri gerçeğine de "maruz" kalabiliyoruz. Sonuç, Trollerin desteklediği iktidarlar, kanaat önderleri, "sanatçılar" ve artık herhangi bir "fikir yapısı"ndan bahsedemeyeceğimiz, bir günde yüzseksen derece değişebilen "Konuşan kafalar". Artık biliyoruz ki, "Entel" deyip küçümsediklerimizin bile yaşayamadığı Dünyamızda "yeni" bir cins insan da yaşam alanı buldu. Latince "Akıllı insan" anlamında "Homo sapiens" adını kullanamayacağımız, öğrenmeyen, bir şey öğretilemeyen, ahlaki/etik değerleri çok düşük profilli, akılsız ve ahmak bir insan türü de yaşam alanı buldu. Bu türe Latince, "Homo insipiens" deniyor.
    Bir zamanlar din adamları toplumun üzerinde çok etkililermiş, onların yerini seküler entelektüeller almıştı. Toplumun seküler değerlerini gözeten entelektüellerin de etkilerini yitirdiği günümüzde, bu çok önemli boşluğu dolduracak yeni bir entelektüel türü doğabilir. İnternetteki doğrudan ifade özgürlüğü ve muktedirleri karikatürleştirip büyük kitlesel tepkiler oluşturulmasında önemli roller oynayanlar, adları genellikle bilinmeyen yeni entelektüeller. Ve karmaşıklaşan Dünyada değerlerin Milion taşı olmak görevi orada duruyor. Entelektüelizm, modern devrin sekülerizminden doğan eleştirel bir tür olduğundan, Suriye'de yeniden keşfedilen sekülarizmin/laikliğin yeni özelliklerle tahkim edileceği çağımızda ikinci baharını yaşayabilir. Ama yeni entelektüelin eskisinden oldukça farklı olacağını söylemeye gerek yok sanırım.

Kirlenen demokrasi

Yazanlar: Christine Huth-Hildebrandt & Selçuk Salih Caydı *

Sağ popülizm, demokrasiyi tehdit eden en önemli tehlike olarak, demokrasiye inananları huzursuzlandırıyor. Demokrasi kültürü kendiliğinden oluşmadı. Bugünkü anlamda demokrasi, kurumları ve kültürüyle 19'uncu yüzyıl Avrupa'sında sosyalistlerle muhafazakarlar aralarındaki mücadeleden doğdu. Sol, demokrasinin kurulmasında başat rol oynadı ve Sola has eleştiri kültürünün içselleştirilmesiyle bugünlere gelindi. Şimdi demokrasinin kirlenip bozulmasına en çok hayıflanan, üzülen ve kızanlar da Sol cenahtan. İkinci Dünya Savaşı sırasında Joseph Schumpeter'in yaptığı tarife göre demokrasinin özü seçimlerdir ama bu kaba tarif savaştan sonra değişip uzun yol katetti. Bugünün yaygın demokrasi anlayışına göre vatandaşların temel özgürlüklerinin garanti altına alınmadığı, kuvvetler ayrılığının olmadığı bir ülkede her gün seçim de yapılsa demokrasiden söz edilemez.
    Demokrasinin ana vatanında da bozulmaya başladığını ve demokrasi öncesi hale dönülme belirtileri gösterdiğini Colin Crouch 2005'de "Postdemokrasi" adlı kitapçığında göstermişti. Türkiye'de demokrasi kalitesinin hızla düşmesi ve giderek bir demokrasiden sözetmenin zorlaşması, Avrupalıları da yakından ilgilendiriyor, çünkü sanıldığı gibi sadece Avrupa Türkiye'yi etkilemiyor, Türkiye de Avrupa'yı etkiliyor ve bu etki şimdi hiç de iç açıcı değil. 34'üncü kitabını "Kirlenen Demokrasi"ye ayıran araştırmacı gazeteci Jürgen Roth da, Türkiye ile yapılan mültecilerin geri gönderilmesi anlaşmasını "reel politika adına demokrasinin iğfal edilmesi" olarak niteliyor ve 11 milyon Ürdün ve Lübnan 3 milyon mültecilerden korkmazken, 800 milyonluk Avrupa'nın iki milyon mülteciden korkmasına isyan ediyor. Daha 1948'de Carlo Schmidt, insan haysiyeti için demokrasinin gerekliliğini cesurca savunmak gerektiğini ve bu cesaretin, "demokrasiyi araç olarak kullananlara tolerans göstermeyerek" ifade edilmek zorunda olunduğunu yazıyordu.
    Roth, demokrasinin kirli pazarlıklarla, yolsuzluklarla, mafyalaşmayla kirlenişi üzerinde durduğu kitabında, Macaristan'ın totaliter lideri Viktor Orban'ın "Otoriter Demokrasi" anlayışına da değiniyor. Macar liderin anladığı demokrasi anlayışına Çin, Rusya, Hindistan, Singapur ve Türkiye'yi örnek vermesi de ayrı bir talihsizlik elbette. Roth, herşeyin düzeleceğine olan umudunun da sınırına gelmiş Avrupalı entelektüellerden biri. Karamsar kitabında geniş yer ayırdığı NATO üyesi Türkiye'yi "Avrupa'yı biricik kılan bütün değerleri çiğnemek"le suçluyor. Bu değerler Aydınlanma, hukuk devleti, kuvvetler ayrılığ ve siyasi dürüstlük diye özetlenebilir. "Acı gerçeğin" umutların önüne geçtiği bir atmosferde yaşıyoruz. Mülteci akınından bu yana yükselen aşırı sağcılık ve Avrupa'da Müslümanlara karşı toleransın hızla azalması, demokrasinin insancıl yanını kaybetmeye ve bozulmaya başladığı görüntüsü, Avrupalı entelektüellerin kimyasını bozmuş görünüyor.
    Demokrasinin sorunları, demokrasinin anavatanı Avrupa'da önemli bir tartışma konusu. Parlamenter demokrasinin günümüze has sorunlarla başa çıkmakta zorlanması, kalıcı köklü çözüm üreten siyasi kararlar alamaması, kriz dönemlerinde demokrasinin kalitesinin düşmesiyle bir araya gelince ortaya oldukça karanlık bir tablo çıkıyor. Ama umutlar tükenmiş değil. Mesela İsviçre’de vatandaşların oylarıyla yönetime doğrudan katıldığı demokratik bir sistem kullanılıyor, Fransa da ona benzeyen doğrudan-demokratık bir anket sistemi üzerinde çalışıyor. Jürgen Roth da "Umudum tükenseydi bu kitabı yazmazdım" diyor zaten. Sağ popülizmin yıkıcılığına karşı umudun serpilip gelişmesini sağlamak lazım, bunun için de demokrasiyi yükseltmek ve demokratların her yerde birbiriyle dayanışması önemli.

* Christine Huth-Hildebrandt, Prof. Dr., Frankfurt Üniversitesi sosyoloji bölümü