Kanlı Ay tutulması ve global Cihadizme karşı Dünya Cephesi

28 Eylül sabah saat 5.10'dan sonra izlenmeye başlanan kanlı Ay tutulması, yeryüzünün tek uydusunun iyice yakınlaşıp o Dolunay haliyle tutulurken yakınlığı nedeniyle bakır ile kızılkahverengi arasında uçuşan bir renge bürünmesiyle yaşanır ve tarihte daima çok özel bir işaret sayılmıştır. Nasıl sayılmasın? Artık Gregoryen takvime göre hesapladığımız tarihimizin birinci yılından başlayarak 21'inci yüzyılın sonuna kadarki uzun dönemde toplam 62 kanlı Ay tutulmasından söz edebiliriz. Bu ilginç doğa olayının ikibin küsür yıllık süre zarfında sadece sekizi, Musevi ve İsevi kutsal günlere denk gelmektedir, onların biri de bu yıl, yani 2015'de yaşanmıştır ve daha fazlası da olmuştur. Bu ilginç tesadüf beni, kanlı Ay tarihleri ve yaşandıkları dönemdeki önemli tarihi olayları kurcalamaya itti.
    20 Mart günü bu yılın ilk tam Ay tutulması yaşanmadan üç gün önce Selahattin Demirtaş TBMM'inde tarihinin en kısa konuşmasını yapıp Erdoğan'a "Seni Başkan yaptırmayacağız" dedi. Bu tarihi olaya ben de bizzat tanık oldum. Türkiye için kuşkusuz son derece önemliydi ve 7 Haziran seçimlerinden sonra bunu herkes çok daha iyi anladı.
    İkinci kısmi Ay tutulması 4 Nisan günü yaşandı. Bu aynı zamanda Musevilerin Hamursuz Bayramı'nın ilk günüydü. Ama 28 Eylül'deki kanlı Ay tutulması, yedi günlük Musevi Sukot bayramının da birinci günü, İslami Kurban Bayramı'nın son günü olmakla kalmıyor, Kâbe'de binlerce kişinin şeytan taşlarken -İran'ın iddialarına göre- dörtbinden fazla insanın ölmesinin hemen ertesinde yaşanıyor ve Birleşmiş Milletler (BM) Genel kurulunda Obama-Putin'in buluşmasına da denk geliyordu. 2013'den sonra iki lider ilk kez bu toplantıda buluştular. Ama yalnız onlar değil, toplam 150 ülkenin devlet başkanı da oradaydı, çünkü BM'nin 70'inci kuruluş yıldönümü kutlanıyordu ve Putin o toplantıda herkezin şaşkın bakışları altında İslamcılığı Nazizmle kıyaslayarak, tıpkı II. Dünya Savaşında "Hitler'e karşı kurulduğu gibi bir Cephe kurmaya" çağırdı. Obama ve Putin arasında her biri 45 dakika süren iki görüşme yapıldı, bunlardan biri Ukrayna diğeri Suriye konusundaydı ve ertesi gün Dünya gazeteleri bu konuyu enine boyuna incelerken biri bile Türkiye'den bahsetmedi, zira Türkiye'yi Başbakan Davutoğlu temsil ediyordu, Erdoğan toplantıya katılmamış ve Muhtarları sarayda toplayarak onlara bir konuşma yapmakla yetinmişti. Önümüzdeki dönemin parametrelerini tamamen değiştirebilecek önemdeki bir olay bu şekilde yaşandı, kuşkusuz çok şey söylemektedir. Ama bilinen şeyi tekrar etmek gerekirse, Rusya'nın denkleme girişiyle birlikte Cengiz Çandar'ın deyimiyle "Türkiye Suriye'de malesef 'devre dışı'"dır. "Yeni Türkiye" bundan sonra Nusra ve Ahrar-uş Şam gibi örgütlere hava desteği ve lojistik destek vermekte zorlanacaktır. Rus uçaklarının Türkiye'nin sıfır noktasına kadar gelerek Kürt YPG güçleri dışındaki tüm silahlı islamcı grupları bombalamasına ses çıkaramayacaktır veya Rusya ile savaşmayı göze alacaktır -ki o zaman da ABD dahil kimseyi yanında bulamayacaktır. Kısacası, 28 Eylül günü yaşanan kanlı Ay, en başta her türlü İslamcıya bir kabus olmuş görünmektedir. Hac'da binlerce Hacının ölmesinde "VIP hacılar" ve selefi destekçisi Suudilerin ihmali de konuşulmaktadır.
    Putin on yıl aradan sonra ilk kez, o ünlü konuşmasını yapmak ve Obama ile buluşmak için geldi, New York'u da sert dilli diplomasisi için çok iyi kullandı. Suriye ve Irak'da kendi bölgesini oluşturmuş IŞİD'e (ve Türkiye tarafından desteklenen tüm İslamcı gruplara) karşı Rusya ve İran ortaklığının Bağdat yönetimi ve Esad'la birlikte hareket ettiği de biliniyor. Bu olaya Bağdat yönetiminin de katılmasıyla Rusya Irak'a geri dönmüş oluyor. Bilindiği gibi 1991 öncesi Sovyet döneminde Irak, SSCB'ye yakın ülkelerdendi ve iki Amerikan saldırısı ve işgali sonrasında ABD'nin orayı Rusya'ya terkettiği anlaşılıyor. Bunu Amerikalı yorumcuların da teyid ettiğini Çandar yazdı.
    Daha önce yaşanmış benzeri kanlı Ay tutulmalarında neler yaşandığına bakınca da ilginç olaylarla karşılaşıyoruz. 27 Eylül 1977'de yaşanan Ay tutulmasında Filistin Kurtuluş Örgütü lideri Abu Ammar Yasir Arafat adamlarını Lübnan'dan çekeceğini açıklamış. O günlerden sonra Türkiye'deki Sol-Sağ kavgası bir iç savaşa benzemeye başlamıştı. Kuala Lumpur'da da bir Japon uçağı düşmüş.
    27 Eylül 1996'da kanlı Ay tutulduğunda Taliban Kabil'deydi. Bir gün önce Ahmet Şah Mesud kuvvetlerine kuzey Afganistan'a çekilme emri vermişti. Taliban 28 Eylül günü Kabil'de İslam emirliği kurduğunu ilan etti. Bu tarihten üç ay önce Çiller-Erbakan Refahyol Hükümeti kurulmuştu ve Erbakan ilk kez Başbakan olmuştu. 1995 seçimlerinden ilk kez birinci parti çıkan Refah Partisi'yle kimse koalisyon kurmak istemeyince zorlama bir Çiller-Yılmaz koalisyonu kurulmuş ve sadece üç ay yaşayabilmişti.
    Neoliberalizmin dolu dizgin yaşandığı 1996'daki kanlı Ay tutulması İslamcıların yükselişi için bir işaret sayılabilirse, 2015'deki kanlı Ay tutulması da İslamcıların düşüşünü gösteren bir işaret sayılabilir. Nitekim 1996 dan sonra 2001 yılına gelinmiş ve ABD'ye El Kaide saldırısı yaşanmıştır. Bu konudaki tüm spekülasyonlar bir yana, 11 Eylül saldırılarının aşırı İslamcılara prestij sağladığı malumdur. 28 Eylül 2015 sonrası yaşanacak siyasi ve askeri olayların ise, aşırı İslamcıların aleyhine oldukça yıkıcı sonuçlar getireceğini tahmin etmek zor olmasa gerek. IŞİD'e karşı ABD, Rusya ve Fransa'nın sahaya inmesi, onlara İran'ın doğrudan, Çin'in dolaylı dahil olması, fiili bir Dünya Cephesini ortaya çıkarmıştı. Cephenin resmileşmesi kimseyi şaşırtmayacağı gibi, geleceğin şekillenmesi istikametinde bazı tahminler yapmamıza da kapı açar. Robert Kurz'un deyimiyle "Dünya asayişini sağlama savaşları"nı ABD-Rusya-Fransa-İran gibi birbirine yabancı bilinen ülkeler birlikte yürütüyorlarsa ve yürüteceklerse, geleceğin savaş değil kalıcı barış istikametinde ilerleyeceğini söyleyebiliriz. Ve bu gerçekten iyidir.

İslamcılık giderken milliyetçiliğin dönüşü ve Sol'un farkı

Dikkatinizi çekiyor mu bilmem ama İslamcıların zayılamasına ters orantılı olarak iki şey yükseliyor. Bunlardan ilki, evrensel değerlere yaslanan Sol, diğeri de hâlâ pek ciddiye alınmayan millyetçilik. Şimdi AKP'nin birden "Çözüm süreci" adını verdiği -işte her neyse onu- sona erdirip Kürt düşmanı olmasına bakarak, "Bu olay dünyada da Türkiye'deki gibidir mutlaka" demeye getirdiğim sanılmasın. Tam tersine. Galiba Dünyada böyle olduğundan burada da böyle olma yoluna "koyuldu". Milliyetçilik bir zamandır sessiz ama dikkat çeken bir eğri çiziyordu. Mesela II. Dünya savaşından beri bir süre ordusu bile olmayan Japonya fena halde silahlanıyor ve Çin'le savaşacak bir potansyel geliştiriyor. Uyoku'nun etkisi artıyor, milliyetçilik diz boyu. Çin, Perşembe günü şimdiye kadarkilerden farklı boyutlarda büyük bir askeri resmî geçit töreni düzenleyecek.
    Milliyetçilik Amerika'da da dikkat çekiyor. Latin Amerikalılara karşı düşmanlığını saklamayan ve abuk çıkışları nedeniyle sanatçılar tarafından ahmaklıkla bile suçlanan Donald Trumpf'un adaylığı var ve basında çok konuşuluyor mesela. Fransa'da Le Pen klanının gücü, Macaristan'ın evlere şenlik hâli, hatta Hindistan'ın Keşmir'deki sert tutumunu tahkim etmesi, milliyetçiliğin alttan alta yükselişine işaret. İslami İran politikasının milliyetçi İran politikasına dönüştüğünü yazanlar artık yadırganmıyor. Daha bir dizi örnek, neoliberal dönemde yükselen kültürcü akımların kriz yaşadığı yeni süreçte milliyetçi reflekslerin çeşitli biçimlerde geri döndüğünü gösteriyor. İlginç olan, bu reflekslerin yeni yeni dikkat çekmesi ve "milliyetçilik" olarak tesbiti.
    Türkiye'de elbette her şey birden olduğundan "aşırı" dikkat çekiyor. Kamuoyu soruşturmalarıyla halkın nabzını hep elinde tutmaya meraklı AKP'nin birden milliyetçi sulara dümen kırmasının ardında, HDP'nin kimlikçiliği terkedip Türkiye partisi olmayı hedeflemesinin ardında, neoliberal ideolojilerin zayıfladığını ve gelecek vaadetmediklerini anlamaları geliyor. Takiyyeci dinciliğin ve etnik kimlikçiliğin tıkandığını, halkın nabzını tutan politikacılar da anlıyorlar tabii. Ama sinsi bir "teolojik politika" uygulayan AKP'nin, milliyetçilik yaparak MHP'den rol çalmayı başaramayacağını da kamuoyu soruşturmaları gösterdi. Kürt düşmanı cevval milliyetçilik AKP'ye değil MHP'ye yaradı.
    Milliyetçilik neden yükseliyor?
    Neoliberal dönemde özelleştirmelerle kamu malını yağmalayarak kısa süreliğine yapay bir refah üreten global sistem, bu refah nedeniyle dünyayı "kültürler ve medeniyetler" farklılıklarına göre tarif/tasnif edip, dünyanın asıl sorununun "herkesin kendi kültürüne göre yaşayamaması" olarak "izah" etmişti. "Başörtüsü" konusundan, "dinini yaşamak özgürlüğü" gibi, islamcıların tepe tepe kullandığı kültürcü argümanlar, bu yüzden uzun süre popüler/gündem olabilmişti. Neoliberal dönemde, "ücretli çalışanların fakirleşmesi" gibi sosyo-ekonomik bazlı konular ve onlara uygun argümanlar yerine, "Türkler Kürdistan'ı sömürgeleştiriyor" veya "Başörtülü eziliyor" gibi kültürcü konular esastı. Sanki herkes başörtü takınca yoksulluk sona erecek, Kürt kimliği kabul edilince Güneydoğuda yatırım patlaması yaşanacaktı. Şimdi bu devir sona eriyor.
    2008'de başlayan sistem kriziyle, kültürcü argümanların sosyo-ekonomik argümanları kapatamayacağı kadar büyük bir paradigma değişikliği yaşandığından, kültürcü/kimlikçi çevrelerin zayıfladığını, ama makro-milliyetçiliğin (yani ulus-devlet milliyetçiliğinin) yükseldiğini görüyoruz. Neoliberalizm zayıflayıp ulus-devlet yeniden güçlendikçe, ulus-devletin kendi ideolojisi milliyetçilik de yükseliyor, hatta Sol da bu milliyetçiliğe daha yakın ve daha "anlayışlı" davranabiliyor.
    Milliyetçilikler, ulus-devletlere özgü olduklarından, güçleri de kendi ulusal sınırları (ve yurt dışındaki vatandaş grupları) ile sınırlı. Milliyetçilik çok esnek olabilen, basit/ilkel bir ideoloji. Milliyetçiliklerin kendi aralarında tartışmaları demokrasileri falan da olmuyor. Zaten makro milliyetçiliklerin mümkün olduğunca "düşük yoğunlu" tutulmalarında Solun motivasyon da bu. Milliyetçiliklerde de genellikle islamcılar gibi bir kişi konuşuyor diğerleri dinliyor. İki milliyetçiliğin birbiriyle iletişimi de anlaşmazlıklar ve savaşlar şeklinde oluyor. Japonya'da aşırı Sağcı Uyoku'nun Türkiye'deki Vatan Partisi ulusalcıları gibi militarist, aşırı Sağcı, anti-Amerikancı, eski tarihini reddeden ve yeniden kurgulayan (Uyoku da 1937'de Japon işgalindeki Çin'de yapılan katliamları/soykırımı kesinlikle reddeder vs.) bir yaklaşımla yükselen milliyetçiliğe ilham olduğu biliniyor. Ulus-devlet milliyetçiliğinin kapitalist ekonomideki işlevi önemli (blogumda yazmıştım) ama Solun kapitalizmi sürdürmek diye bir hedefi yok, yani milliyetçiliğin hiç lüzumu yok.
    Kendini sadece ulusal sınırlar dahilinde tanımlaMAyan Sol, milliyetçiliğe kapılmadığı takdirde, yükselen milliyetçiliklere karşı evrensel bir alternatif. Bu bir yana, evrensellik çerçevesinde Dünyada oynadığı yeni rol, kaynaklandığı ülke açısından da tanımlanabilir özellikler taşıyor. Mesela "Türk Solundan" veya "Arjantin Solundan vb." gibi adlar taşıyabiliyor. Milliyetçiliğin yükseldiği bir gönemde, bazıları için ihtiyaç duyulabilecek sıfatlar olabilir. Ama insanlığın tümünü kapsayan evrensel yeni hedefler peşinde koşacak yeni Solun böyle sıfatlara ihtiyacı yok ve milliyetçiliğin sınırlarını tanımadığından da daha geniş ufka sahip. Yerel kültürleri en iyi savunanların da Solcular olduğunu unutmadık. Şeyh Bedrettin'i yeniden keşfeden kişi Nazım Hikmet'tir mesela.
    Globalleşmiş bir sisteme karşı evrensel bir yerden hareket etmek, artık bir zorunluluk. İnternet çağında, tarihte ilk kez sahiden de global bir toplum, bir "İnsanlık" düşüncesi ortaya çıktı. Milliyetçilikler, bu bütünlüğü hem engelliyor hem de yerelliğin önemini vurguluyor. Biz engelleri atıp yerelliğin hakkını verelim yeter. Ve bu ikisinin dengelenmesi, şimdilik sistemin aşılması sürecinde doğal bir gelişme gibi görünüyor. İslamcılık nasıl ruhunu yitirip sona eriyorsa, kapitalizme özgü bir şey olan milliyetçiliklerin de başka bir şeylere dönüşmesi normaldir, -belki kültür ve sanatın belirleyeceği yeni tip yerelliklere. Ama bunu konuşmak için henüz erken.

İslamcılığın varoluş sosyoekonomisi ve krizi

1970'lerin başında yaşanan petrol krizi ve yükselen petrol fiyatları sayesinde Ortadoğu'da yeni merkez ülke haline gelen Suudi Arabistan, tüm Sünni Ortadoğu'yu (Rabıta üzerinden de Türkiye'yi) etkiledi. Bu etki, Ortadoğuda 'Ulus inşaası ve milli kapitalizmler' sisteminin bozulmaya başladığı döneme denk gelmişti ve yeni bir teolojik politika türünün icadıyla da sınırlı değildi. Siyaseti ilahi temellere dayandıran ve "tek doğru"nun tekeline sahip olduğu iddiasındaki modern teolojik politika, Ortadoğu'da zayıflayan seküler ideolojilere alternatif olduğu iddiasındaydı. Kendine "şirk" koşmayan, (yani sahibi olduğunu düşündüğü "tek ilahi doğru"yu başka hiçbir siyasi görüşle tartışmayıp, iktidarı kimseyle paylaşmayan) en popüler yeni dincilik türüne, 'İslamcılık' diyoruz. Neoliberal dönemde Evanjelistler, Hindu milliyetçileri ve diğerleri de ortaya çıktı, ama hiç biri İslamcılık kadar etkili ve başarılı olamadı.
   Ortadoğu'da 1920'lerde başlayan modernleşme ve kapitalistleşme furyası, devlet sektörünün özel sektörü dengelediği veya ondan daha güçlü olduğu bir milli kapitalizmi esas alıyordu. Kırlardan şehirlere göç artınca ülkeler şehirleşti, "sanayileşmek" en önemli hedefti. Bu dönemin sistemsel özellikleri, 1970'lerde bozulmaya başladı. 1980'lere gelindiğinde, üretici reel ekonominin merkezî yerini, finans endüstrisine dayalı sanal ekonomi almıştı. "Ücretli iş ile meta/mal üretimi üzerinden elde edilen kâr", paraya para kazandıran borsa spekülasyonlarından elde edilen kârın altında kalıyordu ve endüstriyel üretim, ekonominin motoru olmaktan çıkıyordu. Bir tür plancı kooperatist devlet kapitalizmi olan reel sosyalizm, bu şartlar altında hızla işlemez hale geldi. Aynı dönemde milli ekonomilerin milli (ve sosyalist) ideolojileri de, etkilerini yitirdiler. 
   Petrol krizi sonrasında ilk İslamcılar piyasaya çıktığında, sonradan modernleşmiş Ortadoğu ülkelerinde yaşayan fakir halk, modern gelecek perspektifini yitirmiş, evrensel ilerleme idealinden kopmuştu. Şehirlere yeni göçenlerin modern hayat tasavvuru, maddi statü sembollerine indirgenip içeriği boşalmıştı. İşte İslamcılık, ortak özelliği sekülerlik olan milli kapitalist/sosyalist devleti yeni ilahi ideolojisiyle tahkim ederek değiştireceği ve ona yeni can vereceği iddiasıyla popüler oldu. Krizdeki "Batı tipi" ulusdevlet ideolojilerinin ortak özelliği 'sekülerlik/laiklik', yaldızlı tarihi geçmişten (modernleşme öncesinden) kopuşun baş sorumlusu ilan edildi. Üstelik İslamcılık, reel sosyalist coğrafyada terkedilen Batı karşıtlığını da "antiemperyalist" söylemiyle yeniden canlandırdı. Ama en etkili ideoloji olabilmesini, neoliberalizme ve yeni konjonktüre borçludur. 
   1991'de Sovyetler Birliği'nin çöküşünün ardından İslamcılar, mağlupların ve krize girenlerin hepsinin seküler ülkeler ve rejimler olduğuna işaret ediyorlardı, ama söylemleri dışında sisteme alternatif olabilecek -ekonomiyle ilgili- yeni bir yanları yoktu. Onlar neoliberalizmin en fütursuz ve vahşi türünü uygulayıp, yaptıklarına kutsal kitaptan kudsiyet yakıştırıyorlardı o kadar. Ayrıca İslamcılık İslam olmayıp, kapitalizme özgü "bireyselleşme" semptomunun dini semboller kullanarak kendine yeni bir kimlik uydurması hâliydi. Ve İslamcılık, "çıkarlarını savunduğu yapay toplumsal bütüne kendi isteğiyle dahil olmak" modern düşüncesiyle siyasallaşmış kurgusal "Müslüman" kimliğin modern ideolojisiydi. Bu haliyle 'modern ideoloji' İslamcılık, 1980'lerde şehirlere gelip sonradan modernleşen fakir kesimlerin temsilcisi olmayı başardı. İslamcılar, seküler ideolojilerin tam da kriz döneminde modernleşen kitlelerini kazandı, global neoliberal politikalara sadık kaldı ve neoliberal görece refah döneminin nimetlerini sadece kendi yandaşlarıyla paylaştığı geniş bir nepotist ağ kurdu.
   Neoliberalizm, milli sınırlar ötesi globalleşen firmaların yeni kapital birikimi için yağmalanacak alan ararken "kamu malını ve alanını keşfetmeleri" devridir. Varlıkları düzenli olarak özelleştirilip satılan, kurumları firmalara pazarlanan ve bu nedenle gelirleri sürekli düşen ulusdevletler hızla zayıfladılar. İslamcılar, neoliberalizmin kültürcü felsefesine de kolay uyum sağladılar. Toplumun alt gelir grubu ve orta alt gelir gurubunun bugün de İslamcı partileri seçmelerinin temel nedeni, neoliberal süreçte devletin terkettiği sosyal-devlet hizmetlerin bir çoğunun islami cemaatler tarafından üstlenilmesi ve buradan kurgulanmış bağımlılıklardır, gelecek korkularıdır ve alışkanlıklardır; devletin ilahi değerler sayesinde sorunlarını aşıp eski güçlü günlere geri dönüleceği hayalidir. İslamcılar, siyasi bağımlılığın en sağlam türünün ekonomik bağımlılık olduğunu çabuk öğrendiler. Siyasi iktidarları sayesinde kurdukları imtiyaz mekanizmalarıyla kendilerine bağımlı, biatkar ve suskun bir kitle yarattılar. Neoliberalizmin zayıflattığı milli ekonomiler ve onların milliyetçi/ulusalcı/sosyalist ideolojileri, aynı başarıyı kazanamazlardı. 
   Seküler milliyetçiler (ve eski sosyalistler), ulusdevleti zayıflatan neoliberal uygulamalara, özelleştirmelere direnç gösterdiler. Neoliberalizmin ulusdevleti zayıflatmayı amaçlayan gelecek perspektifine uyum sağlamıyorlardı. Bu aşamada ortaya çıkan etnik/dînî kültürcülük, dünyanın sosyo-ekonomik farklılıklar üzerinden değil de kültürel farklılıkar üzerinden tarif edilmesi demekti ve Huntington'un "Kültürler savaşı mı?" makalesinde ifadesini bulmuştu. Türkiye'nin İslamcıları tarafından "Medeniyetler savaşı" (ve barışı) adı altında kullanılan bu ideoloji, dünyayı kültürel bölgelere ayırıp Türkiye'yi de "İslam medeniyeti" coğrafyasına koyuyordu ve o coğrafyada "geleceği temsil eden" de, olsa olsa -ılımlı tarafından- islami politikacılar olabilirdi, Batı'ya has özellikler taşıyan sekülerler değil! Bu şematik bakış, dünyanın heryerinde dinciliği güçlendirdi. 
   Batılı demokrasi talep eden Arap Baharı ve Gezi gibi ayaklanmalarla Kültürcü ideoloji artık tamamen çökmüştür ve bu durum, Türkiye'deki "ılımlı islam"ın da dünya nezdindeki kesin ideolojik sonu olmuştur. 2008'de başlayan sistem kriziyle birlikte Huntington'ın kültürcü dünya görüşü iyice tavsamıştı, çünkü keskinleşen sosyo-ekonomik sorunları kültürcü argümanlarla örtmek artık mümkün değildi. Huntington'un dünya dörüşüyle uyumlu İslamcılık, kısa sürede dünyanın desteğini kaybedip, düşmanlığını kazandı. Bugünkü haliyle İslamcılık, bir zamanlar sosyalist bloğun yaşadığı çöküşe benzer bir süreçten geçiyor. İslamcılar, Batılıların külürcü tasavvurunu, kendi islamcı tekçi teolojik politik hedefleri adına -Batılıları uyandırmadan- sonuna kadar kullanmışlardı. Şimdi sistem krizi, kültürcü ideolojinin altını oyup boşaltıyor, çünkü kültürcü argümanlarla ve kuru hamasetle idare edilemeyecek kadar sorunlu bir dünya var Türkiye o dünyanın en sorunlu ülkelerinden. 
   1991'de Sovyetler Birliği ve Sosyalist rejim çöktüğünde, bu olayı "demokrasinin zaferi" diye satan ama daha sonra kapitalizmin adını bile ağzına almayan eski Solcu (yeni Sağcı) entelijansiya, "sosyalizmin yenilgisi"nin, kapitalizmin devletçi biçiminin yenilgisi olduğunu asla konu etmemişti. Oysa sadece sosyalist olanlar değil, devletçi tüm kapitalizmler krize girmişti. Globalleşen ve rasyonalleşen, üretimini ucuz işgücü ülkelerine kaydırıp, birikimini Seyşel adalarına istifleyen uluslarötesi yeni kapitalizmin, dünyayı kültürler üzerinden tasnif etmek istemesi çok normaldi, çünkü milli ekonomilerin milli sınırları globalleşen ekonomiye engeldi. "Beğenseniz de beğenmeseniz de dünyadaki en iyi rejim demokrasidir" (yani neoliberal, özelleştirmeci kapitalizmdir) söylemi, bu şartlar altında tüm dünyada "liberaller"in söylemi haline geldi. Kapitalist sistemin ancak ulusdevletler sistemi içinde yaşayabileceği gerçeği unutuldu, ta ki ulusdevletlerin çöktüğü Afganistan, Somali, Irak, Suriye gibi yerlerde boşluğu korsanların, Taliban tipi örgütlerin ve nihayet IŞİD'in doldurduğu, iyice anlaşılıncaya kadar.
   Neoliberal dönemde Bin Laden'ler üzerinden bir ara sistemin modern kriz ideolojisi haline gelen İslamcılık, artık sadece global yıkıcılık rolü üstleniyor ve yıktığının yerine de yeni bir şey koymuyor. Üretemeyen ve tüketemeyen istikrarsız bir coğrafyanın, global sistem tarafından olumlu bulunup desteklenmesi düşünülemez. Sistem için hızla gereksizleştiğini anlayan ılımlı islamcılık, Arap Baharı'ndan sonra teolojik politik fabrika ayarlarına geri döndü ve özünde "teolojik tek doğru" nun tek otoriter hükümdarı/halifesi/sultanı demek olan "kutsal düzen" adına kapitalizmin yaşayabilmesi için gerekli asgari demokratik koşulları da ortadan kaldıran düzenlemeleri hayata geçirmeye çalıştı. Bu arada ekonomi, ılımlı İslamcıların antidemokratikleşen halini taşıyabilecek esnekliğe sahip değil. Türkiye gibi ülkelerin kolay borçlanıp kolay büyüyebileceği şartlar da geride kaldı.
   Miadının dolduğunu anladığı halde kendini yeterince güçlü hisseden İslamcılık, ılımlılığı terkederek kendini "ilahi tek düzen" sayadursun, cinsiyetçi ataerkil arkaik bir ahlakçılık ve yasakçılık dışında, akla gelebilecek herşeyi -hatta köleleştirdiği kadını bile- metalaştıran vahşi bir neoliberal yağma düzenini ısrarla uygulamakla, sadece en vahşi ve talancı ahir zaman kapitalizminin ideolojisi olabileceğini gösterdi. Bu haliyle kudsiyetini de tamamen yitirdi. İslamcılık, sosyo-ekonomik anlamda barbarlaşan ve uygarlığın temel koşullarının reddi haline gelip canavarlaşan bir kapitalizm türünün temsilcisi haline geldi. Bu aşamada bizzat insan da köle pazarında alınır satılır bir meta oldu. İslamcılığın kaderi, temsil ettiği ve ısrarla uyguladığı barbarlaşmış neoliberal kapitalizm türüyle birlikte tarihe karışmak gibi görünüyor. Sürdürülemez nepotist vahşi neoliberalizm türünün son savunucusu İslamcılığın ve kimlikçi ideolojilerin iflasıyla doğan boşluğu, kutsal değerleri dışlamayan yeni bir seküler etik ile sorunlara sosyo-ekonomi üzerinden yaklaşan yeni Sol dolduruyor.