'Beşinci Güç' Sosyal Medya ve Gezi ruhunun vatanı

Adı bile, henüz bu alanın tam anlaşılmadığının ifadesi: Sosyal medya…
Türkiye'nin tarihini değiştirdiği konusunda her gün daha çok ikna olduğum Gezi Ruhu'nun doğduğu yer de, "Sosyal Medya" dediğimiz alan. Yani plansız programsız önderliksiz, yani eski Sol'un planlı programlı önderlikli yapısıyla alakasız -ve belki tam da bu yeni özellikleri sayesinde İslamcı rejim ruhunun ipini 19 günde çekebildi. Eski Sol böyle bir şeyi değil yapmak, buna teşebbüs bile edememiş, hayalini bile görememişti. Gezi olaylarında 11 Milyon Türk sokaklara indi.
Bu yazı, Gezi Hareketine destek ve beden sağlamak için çabalayan -hepsi samimi- sayısız Sol aktivistin Türkiye'nin geleceğine doğru aralanan kapıyı ardına kadar açmak çabasına bir katkı girişimi olarak algılanmalı. Yasama, Yürütme, Yargı ve Basın'ın ardından devreye giren 'Beşinci Güç' nedir? Ne olduğunu daha iyi anlarsak, Gezi'yi de, yeni liberter/anarşist Sol'un eski sosyalist ortodoks Sol'dan farkını da anlayabiliriz -ki bu şimdi çok önemli.
Bolşevizmle birlikte yeniden şekillenen eski Sol'un tarihi, bir "Komünist Partisi Manifestosu" ile başlar (Türkiye'de yanlış tanındığı gibi "Komünist Manifesto" ile değil). Marx ve Engels'in birlikte kaleme aldıkları manifesto, bir parti manifestosudur -ki, yeni Sol'dan ayrılan önemli özelliklerindendir, zira yeni Sol'un örgütlenmesi hiyerarşik değildir. Bu özellik ilk önce Avrupadaki Yeşil partilerde ortaya çıkmıştı ve bugün çok daha başka bir yerdedir.
"Sosyal Medya"dan ziyade "Sosyal Ağlar bütünü" demeyi belki tercih edebileceğimiz alan, pasif bir medya türü değil, aktif bir etkileşim alanı ve tabii aynı zamanda da medya. Bu alana -benim son üç yıldır kullandığım- Twitter'dan Facebook'a, Instagram'dan bloglara, Wikipedia'ya ve Web sitelerine kadar geniş bir alan dahil. Alışıldığı üzere "Sosyal Medya" demeye devam edeceğim alan, bir tek ortak paydaya indirgenemeyecek ve belli kollektiflerin malı sayılamayacak kadar geniş ve kapsamlı, ama gene bu alanda son yıllarda iyice belirginleşen bazı eğilimleri de göstermek gerek. Bu eğilimlerden ilki, benim Manifesto yazılarıma da ilham olan etik anlayışı. Bu mekanda herşeyi söyleyebilirsiniz ama insanlar arasındaki ilişkilerde belli bir adap vardır ve tüm düşünceleri/inançları kapsayan bu yeni etik'e kullanıcılar tarafından dikkat edilir. Uymayan dışlanır, bloklanır vs. Hatta böylelerine karşı kampanyalar da başlatılabilir. Vahşi orman gibi görünen bu sonsuz özgürlükler mekanında insanların kendilerine böyle bir sınır koymaları, kuşkusuz uygar bir durumdur. Protest bir genel yaklaşıma sahip, ezilenlere arka çıkan yanı küçümsenmeyecek oranda güçlü olduğundan, temel Sol mantaliteyle uygundur.
Beşinci Güç Sosyal Medya, çok hızlı hareket edebilen, hızlı tavır alabilen, hemen kendi arasında örgütlenebilen, bağlayıcılığı olmayan neşeli/eğlenceli kollektifler kurabilen aktif bir iletişim mekanıdır. Beşinci güç, özgün yapısıyla insanların grup/gruplaşma duygusuna da hitap eder ve en önemlisi buna rağmen özgün birey olmayı/kalmayı sağlayan özgür yapısını da korur. Bu özellikler, yeni Sol anlayışıyla da uyumlu, hatta onu üreten bir yapıya sahip. Eski Sol'un manifesto benzeri metinler etrafında örgütlenen parti anlayışı, parti programına bağlılık falan yeni Sol'da bulunmamaktadır -tabii bu "yeni Sol parti kurmaz" demek değildir, ama bu partiler asla klasik sosyalist Sol partiler gibi değildir, değişkendir ve hatta geçicidir -tıpkı Gezi isyanı gibi. Yeni Sol'a ev sahipliği ve vatanlık yapan Beşinci Güç Sosyal Medya, "kollektif" bile değil "konnektif"tir (yani iletişimseldir). Bu alanda bir değil binbir çeşit ideoloji, fikir, espri bulunur, bu nedenle yeni Sol da tek tip ideolojik bir yapı arzetmez, farklılıkları bir arada barındırır ve pluralisttir. Eski Sol ise kendi içinde homojen fikirlere sahip küçük gruplardan oluşan bir yapı arzeder. Yeni Sol, belli adabın ve pluralizmin garantörü seküler/laik temel ilkelerin geçerli olması koşuluyla herkese açık ve hoşgörülüdür. Ama asıl gücü, örgütlenme biçiminden gelir. Sosyal Medya örgütlenmesi, Yeni Sol'un da örgütlenme alanıdır ve anında dağılıp yeniden kurulabilir, konulara ve önceliklere göre yeninden örgütlenebilir. Bu haliyle anonim ve özgün bireyler olabilen tek tek insanlara azami özgürlük alanı sunar, onların açık olmalarına olanak tanır. Bu haliyle Sosyal Medya'da yaşayan ve kısaca Gezi Ruhu dediğimiz devrimci ruh, en iyi korunabilen ve en büyük partisiz/bedensiz Sol "parti"dir. "Konnektif" özelliği sayesinde, en büyük örgütsüz örgüttür.
Sosyal Medya'da yaşayan Gezi Ruhu, diğer partiler gibi, birilerinin kurduğu partiye dışarıdan katılınması şeklindeki yabancılaşmaya sahip değildir. Bu özelliği anlayamayan ve Sosyal Medya'da tek bir tartışma yürütmeyen Emrehan Halıcı'nın partisi de bu yüzden ölü bir internet sayfası olarak kalmaya mahkumdur. Sosyal Medya'da yaşayan Gezi ruhunu taşıyan bireyler, bir başkasının kurduğu partiye falan girmezler, kendileri istedikleri an o grupları kurarlar, bu özellik, yeni Sol'a da özgüdür ve benim "Doğrudan Demokrasi" diye adlandırdığım bir durumla ilgilidir.
Beşinci Kuvvet Sosyal Medya, tık sayısının ve anında aktif eylem yapabilmenin, bazen Hükümetleri bile düşürebilecek kadar büyük bir güç oluşturabildiğini sadece, Tayyip Erdoğan'ı dış seyahate gönderdiğinde anlamamıştır. Sosyal Medya aksiyonları, Nestle gibi dev firmaları dize getirip kafa kesenlere karşı Amerikan politikalarının sertleşmesini bile sağlayabilecek yaptırım gücüne sahiptir, çünkü Sosyal Medya aynı zamanda esasen A ve B sınıfı bireysel tüketici kesimin rağbet edip kullandığı mekandır ve bu anlamda Sosyal Medya kullanıcısının ekonomik gücü de küçümsenmeyecek boyutlardadır.
Yeni Sol'u bu vatandaki haliyle tanımlamaya bir adım daha yaklaşırsak, sosyalist ortodoks Sol'un kısıtlı "Sınıflar ve sınıf savaşı" ile uzaktan yakından bir ilgisinin olmadığı anlaşılır. Zaten global kapitalist sistemde bir sınıflar savaşından bahsetmek oldukça zordur (sınıflar teorisinin neden geçerliliğini yitirdiği konusunda bu blogdaki yazılara bakabilirsiniz). Yeni Sol'un esasen eğitimli orta kesimler tarafından taşınması da (ki bu da yeni bir şey değildir, eski Sol önderlerin tamamına yakını küçük/orta burjuva idi) postkapitalist dönemde sistemi değiştirmek istikametinde işleyecek kesimlerin her alanı kapsayabilmelerini sağlar. Çünkü eski Sol sistemi "sınıflar savaşı" ile değiştirmeyi düşünmüş, aynı sistemin farklı bileşenlerin birbiriyle savaşabileceklerini düşünmüştür, ama işçilerin neden Sağ kapitalist partileri seçtiklerini açıklayamayıp marjinalleşmiştir. Mekanı/örgütü Sosyal Medya'da olan Yeni Sol, sistemi, işçisi patronu beyazyakalısıyla bir bütün sayar ve tüm kesimlerin gönüllü katılımıyla sistemi aşmak istikametinde hareket eder, bu özelliğiyle eski Sol'la arasında ciddi farklar vardır ve gene bu özelliği sayesinde toplumun istisnasız her kesimi ve kişisine ulaşabilir, konuşabilir, onları mobilize edebilir.
Beşinci Kuvvet Sosyal Medya'da yaşayan Gezi Ruhu, bu mekanın ve Yeni Sol'un özelliklerine uygun olarak önderlik tanımaz. Önderlik, kanaat önderlikleri şeklinde ve genellikle geçicidir ve tabii genellikle anonimdir. Bu yolla Sosyal Medya önemli bir tamamlayıcı faktördür aynı zamanda. Sivil Toplum kuruluşları ve partileri, belli kampanyalar ve eğilimler istikametinde kullanabilir. Günümüzde STK'ların Sosyal Medya eğilimlerini iyi takip etmeleri de bu yüzdendir. Muazzam bir sosyal güç potansiyeline sahip Sosyal Medya, bir STK'yı vezir de rezil de edebilir. Tabii STK'ların Sosyal Medya'da ateşlediği kampanyalar da olabilmektedir.
Türkiye'de Sosyal Medya, özellikle yazılamayanların yazılması, "nazik" bilgilerin yayınlanıp siyasi iktidarın eleştiri bombardımanına tutulması, bu haliyle politikaların her gün bir çeşit "güvenoyu" sınavına sokulmasını sağlamıştır. Sosyal Medya'nın -resmen pek kabul edilmeyen- gücü, uluslarötesi bir özellik taşıdığından, dolaylı ama çok etkili olmuştur. Sosyal Medya'nın (işine geldiği üzere) bu kadar hafife alınmasının nedeni, günümüzün toplumlarındaki siyasi erk tanımının yeni duruma adapte olamamasından kaynaklanmaktadır. Türkiye'de bu konuda hiçbir tartışma yok, eh Dünya'da da pek tartışıldığını söyleyemeyiz. Siyasi erk ile ilgili klasik model, etki-tepki prensibine göre işler ve bu model, Sosyal Medya'daki "konnektif" ilişkikeri ve bunlardan doğan siyasi erk ve yaptırım gücünü tarif etmekte yaya kalır. Açık net ilişkiler ve bunların tarifi/savaşı falan, eski Sol'un da ihtiyaç duyduğu bir şey. Ama bu blogda önümüzdeki günlerde okuyacağınız "Yeni Sol ve onun Neo-Realist felsefesi"nin çok yönlü bakış açısıyla yaklaşmadan, Sosyal Medya'nın çok boyutlu etkisini ve Güç'ünü anlamak da zor. Sosyal Medya da, Yeni Sol da, Gezi Ruhu da, linear düşünce ve nedensellik (Causality) prensibinin netliğine sahip olmayan bir yeni felsefe/yaşam biçiminin ürünü. Bu özgün karmaşıklık, islamcıların ilkel aklına göre "anlaşılmaz"dır ve öyle kalması da iyidir, ama bu "karmaşıklığın/bilinmezliğin" gücü, Yeni Sol'u eski Sol'dan güçlü ve tahmin edilemez bir pozisyona getirmektedir ve özellikle islamcı odunizmini aşmak konusunda "üzerine düşen görevi" yerine getirmeye devam edecektir. Sosyal Medya'yı güçlü ve etkin kılan özelliklerinden biri de asimetrik yapısıdır. Gezi isyanı sırasında Sosyal Medya'da yaşanan asimetrik "mizah saldırısı" bile, ne kadar etkili olabildiğini defalarca göstermiştir.
Beşinci Güç Sosyal Medya, bu -henüz- tam "tanımlanamayan" gücünü en iyi, STK'ları ve Siyasi Partileri ve Parti gruplarını mobilize edebildiği aşamalarda göstermektedir. Bu yeni özellikler, bu aksiyonlara katılan insan çeşitliliği anonimitesi ve bireyselliği, Yeni Sol'un yükselen gücüne güç katmayı sürdürecektir. Sosyal Medya bu aksiyonlarda, büyük örgütler ile bireylerin ve küçük gruplaşmaların birleşerek çok büyük bir Güç üretmelerini sağlıyor. Sosyal Medya'nın geleceği, bu büyük parlamenter örgütler ve STK'lara yön vermek olabilir. Bu özelliğiyle Sosyal Medya, çok geniş bazlı horizontal bir özyönetim anlayışını da geliştirebilir -ki bu özellik, tipik bir özgürlükçü/eşitlikçi Sol anlayıştır aynı zamanda. Sosyal Medya'da üretilen siyasi Güç, merkezi değil geniş tabanlıdır ve kurumsal merkezlere sahip değildir. İşte onda olmayan bu merkezleri oluşturup demokratik kararlara ve eğilimlere dönüştürmek de, Yeni Sol'a özgü yeni siyasi kurumların işi olacaktır.

Yerel değerler ve din ötesi mental köken


Evrensel değerlerden yerel Değerlere, din ötesi mental köken IV

Kutsal değerlerin kökeninde, iyilik diye özetleyebileceğimiz değerler vardır. Onların kökenindeki merhamet, karşılıksız sevgi ve empati duygularının kökeninde ise annelik duygusu bulunur. Dinler, tarih içinde coğrafyaya bağımlı halkları kısıtlayıcı bir rol oynayıp şekilsel yerel özelliklerle onları sınırlayıcı bir rol oynarken, iyi değerlerin kuşaktan kuşağa aktarılmaları konusunda önemli bir rol üslenmişlerdir. Fakat dinin tek başına sadece iyi değerleri değil, tarih içinde terkedilmiş eski arkaik toplumsal ilişkileri konserve ederek günümüze taşıyan şekilci yanının önemli bir sorun teşkil ettiğini de göstermiştir.
İnsanoğlu/İnsankızı, düşünebilmeye başladığından beri, aciz kaldığı hayat şartları karşısında ve ölüm ötesine uzanan bir varoluş umuduyla, mükemmele özenmek, en mükemmel saydığı Tanrı'ya yakınlaşmak veya kader çarkından kurtulmak için dua eder ve olanaklarını genişletmek ihtiyacı duyar. Din, akli ve bedeni olanakların sınırlarının ötesine uzanan ruhsal tarihi bir olgudur ve ortak öz pratiği dua etmektir. Din sadece acziyetin derecesiyle doğru orantılı değildir, hayatta anlam/mana arayışın da eski yöntemleriyle ilgilidir. İnsanlığın modernleşme döneminde geliştirdiği ek yeni yöntem ise, "yüce bir dava ve amaç uğruna mücadele etmek"dir. Burada mücadele amacı her zaman, insanlara ve topluma daha iyi ve anlamlı bir hayat sunmaktır. Modernleşmeyle birlikte ulusal sınırların çizilmesi, ülkelerarası seyahatte pasaport taşıma zorunluluğu gibi yeni milli özellikler, daha çok ideolojiler tarafından temsil edilen bu yeni "mücadele" yöntemlerinin gene milli sınırlar içinde kalmasına ve uluslaşmayla ilgili olmalarına neden oldu. İslamcı ideoloji, modernleşme çağının bir ürünü olmasına ve Alman/İtalyan faşizmleriyle aynı dönemde doğmasına rağmen, onlardan farklı görünebilmesini, din bazlı bir terminoloji kullanmasına borçlu, yoksa milli ideolojiler gibi halkları sosyokültürel homojen bir "ümmet" haline getirmek'ten, "İslam ulusu" mantığıyla kesin sınırlar çizmek anlayışı ve daha birçok özelliğiyle, eski dinlerin insanlara sunduğu anlam anlayışından net bir şekilde ayrılıyor.
İslamcıların sunduğu ve "vazgeçilmez" saydığı ideolojinin din ile alakasının olmadığı, diğer ideolojiler gibi dünyevi iktidar arayışından ibaret olduğu, üstelik bunu en arkaik ve barbar yöntemlerle yaptığının görülüp yaşanmasından bu yana, global bir dünyada dinlerin insanlara sunmayı amaçladığı anlamın, ne dinler ne de dinci ideolojiler tarafından karşılanabileceği idrak edildi. Günümüz dünyasında dinlerin insanlara hala sunabileceği anlam, ancak onların özüyle çelişmeyen -yani iyi insan olmak özelliklerini esas alan- seküler bir toplumsal düzen içinde gerçekleşebilir çünkü, dış özelliği yerellik olan dinler, globalleşmiş insan bilincine tek başına anlam sağlayabilecek kapsayıcılığa sahip değillerdir.
Dünyanın çok büyük bir bölümünde, Modernleşme devrinden homojen bir ulus olarak çıkamamış halkların, dinleri de kapsayan yeni global sekülerizm devrinde farklılıklarıyla bir arada yaşayabilmelerinin ve anlamlı bir hayat inşa edebilmelerinin ikinci şartı, yerel değerlerin belli bir "Leitkultur" etrafında toplanabilmeleridir. Hala dünyanın tek ekonomi biçimi olmayı sürdüren ve aşılmayı bekleyen kapitalizmin şartları da bunu gerektirmekte ve insanları ekonomik bakımdan çok yönlü olarak birbirine bağlamaktadır. Yerel değerler, Türkiye'de neoliberal dönemde ortaya çıkan etnik/dini kimliklerden daha farklıdır, ama postkapitalist paradigmanın güç kazandığı 2008 krizi sonrasında da kimliklerle ifade edilmeyi sürdürmektedirler ve onların barış içinde yaşayabilmeleri de, halen Hindistan'da yaşamakta olan sekülarizmin Türklere hiç yabancı olmayan biçimiyle yeni paradigmaya uygun bir gelişme gösterebilirler.
Hindistan'da kral Ashoka tarafından M.Ö. 4. yüzyılda tanımlanan sekülarizm, bu anlayışın en eski ve en sağlıklı biçimini temsil ettiğinden, Türk kağanları tarafından da uygulanmıştır, hatta bir Ural-Altay dili konuşan ve Doğu Göktürklerle akraba olan Japonya da -sosyokültürel homojen- modern bir ulus kurmasına rağmen, Ashoka ve 7. yüzyılda yaşamış Kültigin'in geleneğine sadık kalmıştır. Bu yöntem, günümüzde internete hakim olan, insanlığın ortak bilincinden doğup yaşayan bilinçten farklı değildir: Tüm dinlare saygılı olmak ve hepsine eşit mesafede durabilen -dinler ötesi- adil bir yönetim kurmak. Türkler gibi göçebe kavimler bu konuda engin bir deneyime sahiptirler ve dinlerin sınırlı/yerel yapılar olduklarını iyi anladıklarından, din değiştirmek konusunda büyük bir esneklik ve cesaret sergilemişlerdir. Türklerin modernleşme döneminde Batılaşması, islam coğrafyasında ilk ve tek seküler cumhuriyeti kurmaları da bu özellikleriyle ilgilidir.
Göçebe evrensel seküler anlayışı nasıl yaşattıkları konusunda en iyi örnek, Çingis sülalesi ve devletleridir. Çingis Han'ın dördüncü oğlu Tuluy'un oğlu olan Kubilay Kağan, 13'üncü yüzyılda Moğolların başkağanı iken budist, İran-Anadolu hakimi kardeşi Nestoryan Hristiyan, savaştığı akrabası Altınordu Kağanı Möngke Timur Müslümandı. Fakat dinleri, sadece hükmettikleri bölgede yaşayan halklara yakın olmak için, bölgede yaygın olan dini kabul etmişlerdir, ama asla hiçbir dine tam anlamıyla kapılanmamışlardır. Türkiye Cumhuriyeti'nin, kurulduğu dönemde dünyada hakim olan Batılı bir ülke olmayı seçmesi, tam da bu eski seküler anlayışına uygundur ve Osmanlı döneminde başlayan modernleşmenin doğal bir sonucudur.
Türkler Anadolu'daki tarihleri boyunca din ve sekülerlikle ilişkilerinde iki temel prensip arasında yalpalamışlardır. Bunlardan biri, Anadolu'ya getirdikleri eski Türk yaklaşımıdır, diğeri de sonradan sahiplendikleri Bizans yaklaşımıdır. Türkler, bütün dinlere eşit mesafe koyan ve çok eski bir Atalar kültü ve Göktengri inancına dayanan gevşek bir inanca sahiptlerdi. Bugün bu din Japonya'da yeniden doğmuştur ve Tengricilik adıyla anılmaktadır, ama Japon yönetici elitinin de aynen bu ilkeye uygun olarak Şinto adlı bir dini vardır ve kendini bilinçli olarak yaygın Budizm dininden ayrı tutar. Japonya'daki sekülerizmin en önemli dayanaklarından biri de bu değişmez faktördür, zira Japon İmparatoru Tenno, Şinto'nun başrahibidir, kurban merasimlerini başlatan kişisidir, tıpkı eski Kağanlar gibi. Türkler ve Moğollar, her dine eşit mesafe tuttukları için, hem yönettikleri geniş coğrafyalarda yerel siyasi nedenlerle kolayca farklı dinler kabul edebiliyor ve değiştirebiliyordu, ama bu daima şekilsel bir kabul oluyordu. Bağdat Halifesinin Selçuklu Sultanının gerçekten Müslüman olup olmadığını anlamak için İsfahan'a gönderdiği özel elçiler boşuna değildir. Anadolu Selçukluları da bu geleneğe sadık kalmışlardır ve resmen Sünni olmalarına rağmen din adamlarını aynı ataları gibi sadece danışman olarak kullanmışlardır, ama Anadolu'daki Moğol idaresi sırasında bu durumun karmaşıklaşmaya başladığını görüyoruz, çünkü Selçuklu Sultanları ve prensleri Anadolu'daki Moğollara karşı Bizans'a yani İstanbul'a sığınıyorlar, hatta bazı Selçuklular Bizans komutanları oluyorlar. Bu dönem son derece önemlidir, çünkü Selçuklular ardından Batı Anadolu'da doğan Otman/Ottoman (sonradan Osman) hanedanı zaman içinde Bizans'ın dinle ilişkiler yöntemini devralıp değiştirerek içselleştirmiştir. 
Bizans'ın dinlere karşı tutumu sadece çok özel ve önemli değil, aynı zamanda bir ilktir. Roma İmparatorluğu'nun başkentini İstanbul'a taşıyan Büyük Konstantin, Romalıların çok Tanrılı dinlerini kademeli olarak terkedip, başka bir dini, bir tek Tanrılı dini, Hristiyanlığı, devlet dini olarak kabul eden ilk Batılı Hükümdardır. Bu olay sadece çok Tanrılı dinlerden tek Tanrılı dinlere geçişi tüm Dünyada hızlandıran bir faktör olmakla kalmamıştır (çünkü Hristiyanlık öncesinin tek Tanrılı dini Yahudilik de Anadolu'da yaygındı, ama bir imparatorluk dini olmadığından Hristiyanlık gibi yaygınlaşamamıştır) aynı zamanda bugün Hristiyanlık dininin amentüsü sayılan temel ibadet ve inanç biçimlerini de İznik konsilinde kardinallerle birlikte bizzat belirlemiştir. Tüm Bizans imparatorlarının prototipi Konstantin, dini doğrudan kuran ve kontrol eden özelliğiyle, tıpkı Osmanlı Sultanı gibi, Halife benzeri bir makamda bulunmaktaydı. Kendisi ancak ölüm döşeğinde Hristiyan olan Konstantin, eski hükümdarların dine mesafesini korumakla birlikte, Dünyaya yeni bir kavram kazandırmıştır: Devlet dini. Devletlerin kendilerine göre oluşturdukları bir din. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren dine yaklaşım konusunda, Bizans ve eski Türk geleneği arasında salınan bir yapıda olmuştur. Devlete bağlı, zamanla güçlenen Diyanet gibi bir yapının kurulması, tipik bir Bizans özelliğidir, ama laik/seküler bir devlet olmak, eski Türk geleneğine daha uygundur, nitekim Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde ve tüm Doğu Asya'da sekülerizm, Türkiye'dekinden  çok daha güçlüdür. Doğu Asya'da eski seküler anlayışın terkedilip iktidarın Hocalara devredildiği tek yer Doğu Türkistan olmuştur ve Çin işgaliyle son bulmuştur. 
Cumhuriyet tecrübesinin ardından Osmanlı'nın Bizanstan devraldığı "Devlet dini" anlayışını, yani bir dini diğerlerine üstün tutmak anlayışını terketmeleri ve eski Türk geleneğine sadık kalmaları, eskinin ayakbağlarından kurtulmak anlamında büyük önem taşımaktadır. Doğu Roma da Selçuklu ve Osmanlı da bu toprakların çok köklü kültürüdür ve kuşkusuz önemlidir. Ama bir zamanlar nasıl Bizans yöntemi benimsendiyse ve o yöntemin bugün vardığı yer Halife özentiliği ve din devletiyse, günümüz evrensel seküler değerlere yakın duran eski Türk geleneğine uygun bir "Dine yaklaşım türü" benimsemek, yerel değerlere uygun yeni bir seküler anlayış benimsenmesine yardımcı olacaktır. Cumhuriyet'in merkezini askeri elitin ve bürokrasinin oluşturduğu eski katı laik merkezi, tipik bir Türk idare biçimini hatırlatırken, bir de Diyanet'in olması, Anadolu'ya has bu faktörün de yeni Türk devletine iliştirildiğini göstermektedir. Şimdi hükümetlerin ve devletin laik olup -sadece Sünni İslam'a değil- diğer dinlere de eşit mesafe koyduğu bir sistemi -Diyanetsiz- yeniden kurmaktır. Bunun için devletin Ashoka'nın ve Türk Kağanlarının dinlere koyduğu mesafeyi koyup koruyacak yeni bir sağlam hukuk sisteminin kurulmasının vaktidir. Yeni seküler hukuk sisteminin yaptırım gücü de Türk Ordusu olmalıdır. Ama bunun halktaki mütekabiliyeti, eğitim sisteminin din ve dinler konusunda baştan aşağıya yeniden yazılması, Türk Tarih anlayışının Osmanlı fetih savaşlarından ibaret bir ucube olmnaktan çıkarılması gerekmektedir.
Şimdi başka bir dönemde yaşıyoruz ve kendince eski bir globalleşme deneyimine sahip Türkler, dinlere eşit mesafe tutan eski seküler anlayışlarına geri dönüyorlar ve global dünyada artık kendilerini İslam'la veya Batı'yla özdeşleştirmelerinin gerekmediğini biliyorlar.

Slavoj Zizek / Dinci köktenciliği ancak laik Sol yenebilir

"Şimdi, hepimiz Charlie Hebdo ofislerindeki katliamın ardından şok durumundayken, düşünme cüretini göstermenin tam zamanı. Elbette, cinayetleri, özgürlüklerimizin özüne karşı girişilmiş bir saldırı olarak kayıtsız şartsız kınamalı, “Ama Charlie Hebdo da Müslümanları gereğinden fazla kışkırtıyor ve aşağılıyordu” tarzı zımni ikazlara hiç prim vermemeliyiz. Ama bu evrensel dayanışma pathosu yetmez – ötesini de düşünmeliyiz.

Bu düşünmenin, (“Üçüncü Dünyada berbat katliamlara imza atmış biz Batı’dakiler kimiz ki böyle eylemleri kınayacağız” kabilinden) suçun ucuz yoldan görelileştirilmesiyle hiç ilgisi yok. Çok sayıda Batılı liberal solcunun İslamofobi’den muzdarip olduklarına dair patolojik korkularıyla da hiç mi hiç ilgisi yok. Bu sahte solculara göre İslam’ın her türlü eleştirisi Batı İslamofobisi’nin bir çehresi olarak kınanmalı; Salman Rüşdi’nin Müslümanları gereksiz yere kışkırtmak ve dolayısıyla (en azından kısmen) onu ölüme mahkum eden fetvadan sorumlu olmaktan dolayı kınanması gibi… Bu tavrın sonucu, herkesin bu gibi durumlarda bekleyebileceği şey: Batılı liberal solcular kendilerindeki suçu daha fazla deştikleri sürece, Müslüman aşırılıkçılar da onları giderek daha fazla “İslam’a karşı nefretlerini gizlemeye çalışan ikiyüzlüler olmak”la suçluyor. Bu buluşma, superego paradoksunu mükemmel şekilde yeniden üretiyor: Diğer’in senden istediğine ne kadar boyun eğersen, o kadar suçlusundur. Adeta İslam’a ne kadar hoşgörü gösterirsen, onun senin üzerindeki baskısı o kadar büyüyecekmiş gibi…
Simon Jenkins’in 7 Ocak’ta The Guardian’da çıkan makalesinde yer alan, “Görevimiz fazla tepki göstermemektir, olayın sonrasını fazla reklam etmemektir. Her bir olayı, geride kalmış korkunç bir kaza olarak ele almaktır” satırlarındaki ılımlılık çağrısını da bu nedenle yetersiz buluyorum – Charlie Hebdo’ya karşı düzenlenen saldırı basitçe “geride kalmış korkunç bir kaza” değildi. Açık bir dinsel ve politik gündemi vardı ve bu bakımdan büyük bir çizginin parçasıydı. Elbette, kastedilen kör bir İslam düşmanlığına düşmekse, gereğinden fazla tepki göstermeyelim – ama bu söz konusu çizgiyi masaya yatırmalıyız.

Teröristlerin kahraman intiharcı fanatikler olarak şeytanlaştırılmasından daha fazla ihtiyaç duyulan, bu şeytanlaştırma mitinin kirli çamaşırlarını ortaya sermektir. Epey zaman önce Friedrich Nietzsche, Batı uygarlığının nasıl Son Adam’a doğru yol aldığını kavramıştı – hiçbir büyük tutkusu veya bağlılığı olmayan, hissiz bir yaratık. Hayal kurmaktan aciz, yaşamdan bıkkın bu adam hiçbir risk almaz, sadece konfor ve güvenlik arar, bu da bir diğerine karşı hoşgörüdür: “Arada bir biraz zehir: Hoş rüyaların yerine geçer bu. Sonunda da daha fazla zehir, hoş bir ölüm için. Onların gündüzler için de geceler için de küçük zevkleri var, ama sağlığa da saygılılar. ‘Mutluluğu keşfettik’ der Son Adam, onlar da göz kırparlar.”


(Sol Haber'den Ege Galip'in çevirisi)