Neoliberalizm, kapitalizmin sonuncu aşaması 1

Türkiye, günlük gazete diliyle ifade edecek olursak, "bir ekonomik krizin eşiğinde". Bunu, Dünya'yı kasıp kavurmaya devam eden 'Sistem Krizi'nin Türkiye'de daha belirgin şekilde hissedileceği anlamında kullanıyorum. Artık esasen "sanal ekonomi"den oluşan sistemin iyimserliğe nasıl ihtiyacı olduğunu ve bunun somut karşılığını biliyorsanız, Tayyip Erdoğan'ın hezeyanlarının ve totaliter/dayatmacı yönetim stilinin "Türk Ekonomisi"ni nasıl uçuruma çektiğini, TÜSİAD'ın muhtıra gibi çıkışlarını, global bağlantılı "Cemaat"in Erdoğan'ı indirme telaşını da çok daha iyi anlayabilirsiniz. Günümüzün kapitalist sisteminde "İyimserlik katsayısı ve güven endeksi (tıklayınız)" son derece önemli.
Erdoğan'ın takiyyeyi bırakıp "aslına" rücu etmesi, demokrasi tramvayından inip kafasındaki vahabi tipi hayali "Yeni Osmanlı" faytonuna binmesi, onun ve danışmanlarının bu dünyayı ve kapitalist sistemi hiç anlamadıklarını gösterir. Kemal Dervişten devralınıp idare-i maslahat formatında sürdürülebilir bir neoliberal ekonominin asgari ölçüde de olsa demokrasiye, ifade özgürlüğüne, işleyen bir hukuk devletine ihtiyaç duyduğunu kesinlikle anlamamış olduklarını gösterir. Bu tipik taşra "iş adamı" mantığı sistemin merkez ülkelerinde önemli ölçüde aşıldı: Ekonomi ayrı, demokrasi lafazanlığı ayrı birer olaylar bütünü değil. Global kapitalist sistemin Türkiye gibi ülkelerde iki beygirlik faytonlara sığacak birşey olmadığını Türkler acı bir şekilde anlayacaklar. Padişahçılık oynamaya müsait bir ülke olabilmek için, dünyanın ihtiyacı, olmazsa olmaz hazır enerji kaynaklarınızın olması lazım. seksist faşist Suudlar ve İran'ın molla rejimleri bu sayede şimdilik yaşayabiliyorlar.
Türkiye, "derin" bir krizin eşiğinde ve bunu tamamen Erdoğan'a borçlu! Fakat o kadar çok şey bozuldu ve Türkiye'nin ayarlarıyla öyle oynandı ki, Türkiye'nin kitlesel yolsuzlukla işleyen ve her gün daha çok yolsuz paraya ihtiyaç duyan sistemini sürdürmek nasıl imkansızlık noktasına doğru ilerlemekteyse, bu sistemin aşılmasıyla sıcak para Türkiye'yi yeniden keşfetmeyebilir.
Türkiye'deki yiyicilik ekonomisi, kutuplaştırma sayesinde "garantiye alınmış" sanılan bir yüzde elli oya dayanıyor idi. Bu şeytani politika, insanları -bir takım din kodları kullanmakla birlikte- para bağımlısı yapmaya dayanıyor. Şeytan bir iktidar modeli adına oturup düşünse, aklına şu anda Türkiye'deki sistem gelir. Yukarıdan aşağıya, iktidar kesimlerinin her kademesine kadar işleyen bir yolsuzluk ve nüfuz ticareti ağı. "Benden olursan yaşarsın" mantığı ve şu anda kapitalist sistemin kategorik sorununu birebir yansıtması bakımından önemli.
Wladimir İlyiç Lenin'in 1916'da Zürich'de yazdığı "Emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşaması" adlı ünlü kitabında "endüstri kapitali" ve "finans kapital"in bütünleşip yeni bir finans oligarşisinin ortaya çıktığına işaret eder. Kitapta, finans kapitalin giderek daha önemli hale gelmesinden bahseden Lenin, o yıllar için doğru değerlendirmesinde, Marx'ın sistemin moleküllerine inen analizlerine hiç değinmez. O günlerden bu güne o kadar çok su aktı ki, Lenin'in "kapitalizmin en yüksek aşamasın"dan başka yüksek aşamalara geçildi. Fakat kapitalizmin ömrünü uzatan bu yeni aşamalar,
 tamamen 'Sanal alanda' yaşandı. Bugün pek doğru olmamakla birlikte "Sanal ekonomi ve reel ekonomi" gibi bir ayrımın yapılması bile, sistemin yüzdürdüğü peynir gemilerinin sıradan insanlar tarafından bile anlaşıldığını gösterir -ki sistemin sürdürülmesi için gerekli "inanca" aykırıdır. Evet kapitalist sistemi sürdürebilmek için Türkiye'nin İslamcıları gibi kapitalizme ve -daha önemlisi- paraya, "inanmak" gerekiyor.
Ama birşeye inanmanız gerektiğini anlamanız bile, o inandığınız şeye artık inanmadığınızın kanıtıdır ve inanılmayan her tanrı gibi para tanrısının dini de çöküyor. Bunun için sistemin kategorik sorununu iyi anlamak ve halka da anlatmak gerekiyor. Çünkü pratik zekalı Türklerin sistemin ötesine doğru bakan bir perspektif geliştirebilmeleri, "anlaşılmaz" görünen kapitalist sistemin nasıl işlediğini en derin "sofistike" mekaniğiyle anlamalarına bağlı.
Şu anda kapitalist sistemin baş sorunu, kar marjlarının hızla düşmesi...
Sinekten yağ çıkarmak, geniş kesimleri yemlemek, yolsuzluk düzeninin rejim haline gelme cüreti ve kendine bir de "Yeni Türkiye" gibi AVM tipi ad bulması da bu yüzden.
Marx'ın çok iyi gösterdiği üzere sistem, sürekli daha fazla üretmek üzerine kurulmuştur. Ama "rekabet" denen mekanizma, ürünlerin diğerinden daha iyi olması için olmadık taklalar attırır -bunun iyi yanları da vardır tabii, mesela bu sayede iPad diye birşey de icad edilmiş durumda ve bu yazı o alette yazılıyor- ama gene aynı rekabet nedeniyle aletler Çin'de üretiliyor, zira onca çaba ve yatırım sonucu üretilen şeylerin giderlerinin de düşük tutulması gerekir. "Tatminkar" kar oranları için bu sistemin kendi kendine koyduğu bir zorunluluktur. Bu işlem sırasında çalışanlar, aldıkları ücretten daha fazla ürün/hizmet üretirler. Fazladan üretilen bu miktara, Marx'ın "artı değer" (Mehrwert) dediğini biliyoruz. Artı değer olmadan kar da olmaz.
Bu denklemde Lenin ve diğer sosyalistlerin pek dikkatlerini çekmeyen ve 1916'lardan bugüne köprülerin altından çok suyun aktığı durum ise şu: Ürünleri daha ucuza üretmek için daha az insan çalıştırmak eylemi, kar düşürüyor. Bu vaziyette üretim artırıldıkça, yani insanların yerini makineler aldıkça, karlar düşüyor. Olay global bazda, sistemin global tandansıyla ilgili olduğundan, istisnalardan değil genelden bahsediyoruz. Komik olan ve kapitalizmin anlamadığı şu: Eğer mümkün olduğu kadar çok insan çalıştırılsa, az makina kullanılsa, sistem daha uzun ömürlü olabilir. Tabii rekabet de kontrol altında tutulacak -nasıl olacaksa! Sistemin mantığı böyle işlemiyor malesef.
Kısa akıllı kapitalist sistem, maliyeti iyice düşürüp çok üreterek fazladan kar etmeyi sever ve bunun bir sonucu olarak diğer firmaların da aynı yönteme başvurup piyasayı malla dolduracağını, mal sayısı patlayınca fiyatların otomatikman düşeceğini ve karların azalacağını hesaplamaz. Kısacası, çok üretmek, sofistike ürünleri bedavaya getirmek bile fayda etmez: Reel ekonomi para getirmiyor. Asıl para, sanal ekonomide! Bilgisayar ekranlarındaki grafikler, bol sıfırlı rakamlar ve bunların hesaptan hesaba aktarıldığı, rahmetli Robert Kurz'un deyimiyle "yüzde 97'sinin maddi bir karşılığı olmayan" sanal/sıcak para. Hiçbirşey yapmadan, bilgisayarda bir şeyi diğerine satarak veya onu bile yapmadan, ekranındaki sayıya bir sıfır eklemek...
İşte bu Karagözcü Hayali Küçük Ali tipi -ama sanatsız- gölge tiyatrosu çöküyor, çünkü bunun gerçek birşey olmadığı, bir değer üretmediği ve sadece yeni hırsızlara yaşam alanı sunduğu anlaşılıyor.
Sistemin yeni anlaşılan zayıflığı, devreye insan yerine makina sokunca bozulmaya başladığı yönünde. Marx bu olayı başka sözlerle ünlü Kapital'inde (Birinci ciltte), kapitalist sistemin vazgeçilmez savunucusu ve sürdürücüsü "İşçi"yi anlatırkan gösterir. Sistemin işlemesi, ücretli işçilerin çalışmasına bağlıdır. Onlar, sitemin ruhunu da üretirler. O nedenle bu blogda okuyacağınız yazılarda da göreceğiniz üzere eski Sosyalistlerin işçileri yücelten/putlaştıran ve Marx'ın dalga geçerek bahsettiği "ücretli iş"i "Emek" diye kutsamalarından eser bulamazsınız. Kapitalizmi ortadan kaldırmak, sadece kapitalist sınıfın değil, işçi sınıfının da ortadan kaldırılmasıyla mümkündür, işçilerin hep gidip gidip Sağcıları seçip başlarına geçirmeleri de bundandır -bilinçsiz olduklarından değil, içgüdüsel bir şekilde sistem bilincine sahip olduklarından. Solu, esasen eğitimli kesimler seçiyor, işçiler değil. Şimdi sistem tam da bu noktada çatırdıyor: Kalıcı işsizlik artıyor, rasyonelleşme ile işçi/çalışan sayısı azalıyor, üretim artıyor, ama karlar yerlerde. Bu nedenle herkes alabildiğine sanal ekonomi kurdu kesilmiş vaziyette. Sistemin sonuncu aşaması Neoliberalizm de bu çıkmazın adı oluyor: Sanal/yalan ekonomisinin çöküşü. Tıkanan bu noktadan sonra yeni bir kapitalist yolun olmadığı (sadece kar etmekten vaz geçilirse post-kapitalist bir gelecek olabileceği) geniş kitlelerce iyi anlaşıldıkça, buna uygun pragmatik/pratik çözümler bulunacaktır şüphesiz.
Konuya devam edeceğiz... 

Avrupa basınında son Erdoğan değerlendirmeleri ve "Ilımlı İslam'ın sonu"

Erdoğan'ın 21 Ocak günü yaptığı Brüksel "çıkarması"nın başarıdan ziyade, sıcak para bağımlısı Türk ekonomisinin sürdürülebilirliğiyle ilgili bir ziyaret olduğu konusunda yorumlar çok. AB ile arası olmayan bir Türkiye'nin, gezinen sanal paranın adresi olmaktan hızla uzaklaşacağı yüksek ihtimal. Ama bahaneyle Avrupalıların Erdoğan'a ve Hükümetine bakışı konusunda daha detaylı bir "veri tabanı" yakalamak mümkün oldu, zira Avrupa basınında Gezi sonrası yaşanan "bakış devrimi"ni yansıtması bakımından önem taşıyordu. Burada, Erdoğan'ın Brüksel ziyareti ve hemen ertesinde Avrupa basınında çıkan yorumlardan küçük bir kesit sunuyoruz:
Daha çok Sol eğilimli saydığımız Le Monde gazetesi, 17 Ocak günü yayınladığı yorum yazısında, Gezi öncesinin Erdoğan güzellemelerinden henüz tam kopamayan sol tavrı sergilemesi bakımından önemli. Yazı hafif, fazla bir derinlik de içermiyor. savcıların görevden alınmasından bahsediyor ve geçtiğimiz on yıl içinde Erdoğan'ın ekonomiyi nasıl üçe katlayıp askeri vesayeti sona erdirdiği tipten eski "liberaller" tiradından sonra, Başbakan'ın ego tribine girdiğinden bahsediyor ve "Eski bir futbolcu olarak Erdoğan'ın bilmesi gereken şey, en güzel kariyerlerin, tadında bırakılan kariyerler olduğudur" diyor.
Fransa'da yayımlanan liberal La Tribune gazetesinin aynı gün yayınlanan yorumunda, çok daha kesin bir tavırla, "Erdoğan-Gülen güç savaşında olan demokrasiye oluyor" diyor ve doğru bir tesbitle, iki tarafın uzlaşmasının artık pek mümkün olmadığına dikkat çekiyor. Gazete, bizzat Erdoğan'ın kurduğu çarpık hukuk sistemi ve yolsuzlukların bu vesileyle ortaya çıkmasını selamlıyor. Gazetenin iyimserliği de benim selamlayacağım türden! "Kaybeden taraf malesef Türk demokrasisi olacak, ama bu kısa vadeli bir yenilgi olacak, -birgün gerçek demokratik güçler ortaya çıkıncaya kadar."
İtalya'nın muhafazakar Corriere della Sera gazetesi, "Kararsızlığa karar vermiş Avrupa, geriye bir adım -veya yana bir adım- atarak Türk Başbakanı karşıladı" diye bir cümle kurdu -ki gerçekten açık ve net durumu özetlemekte! 22 Ocakta yarılan yorumda Erdoğan'a, "göstericilere sopa sallatan (kişi)" diyor. Barosso'nun -Türkiye'de gazetecilerin pek okumadığı- dünya basınına, "Erdoğan'ı HSYK konusunda tedirgin etmekten memnun olduğunu" söylediğini de bu gazeteden okuyoruz mesela.
Finlandiyalı Kaleva gazetesi, daha 3 Ocak günü, yolsuzluk soruşturması savcısı Muammer Akkaş'ın görevinden alınmasını, "Hukuk devleti adına iyiye işaret değil" diye yorumlamış. "Bu olay, ne vaadlerde bulunmuş olursa olsun, Erdoğan'ın, yürütme ve yargının birbirinden ayrıldığı demokrasi temeline dayanan, bir devlet anlayığına doğru gelişmediğini gösteriyor" diyen gazete, on yılın ayrından Erdoğan'ın yeni bir dönüm noktasında bulunduğunu düşünüyor. Gazetenin bir diğer önemli tesbiti de şu: "Türk siyasi elitinin Başbakanın etrafındaki kişileri bile, Başbakanın kararlarını desteklemez görünüyorlar."
Danimarka'nın liberal Jyllands-Posten gazetesi, 3 Ocak tarihli yorumunda, "Yolsuzluk davası açanları desteklemesi düşünülürken, Erdoğan'ın skandalı ortaya çıkanların üzerine gitmesi, sadece otoriter gücünü artırdığını değil, onu eleştirenlerin üzerine -basın da dahil olmak üzere- acımasızca gideceğini gösteriyor."
Almanya'nın en büyük Solliberal ciddi gazetesi Süddeutsche Zeitung, daha 23 Aralıkta, yolsuzluk operasyonunun Hükümetin geleceğini tehdit ettiğini, AKP'nin 2002'de yolsuzluğa karşı ve temiz olmak vaadiyle iktidara geldiğine dikkat çekti. Partinin "temiz olmak" idealine ne kadar önem verdiğinin göstergesi olarak adını bile "Ak Parti" koyduğu üzerinde duran gazete, "Ak" kelimesinin Türkçe anlamını da açıkladıktan sonra yolsuzluğun eski bir "Türk hastalığı" olduğunu ve birçok hükümetin yolsuzluk nedeniyle gittiğini yazıyor. İktidarının başında AKP'nin bu hastalıktan kendine ders çıkarmış göründüğüne dikkat çeken gazete, "Şimdi Erdoğan partisini, bataklığın daha derinlerine doğru çekiyor" diyor.
Galiba en kesin cümleleri, İtalyan ekonomi gazetesi Il Sole 24 Ore 27 Aralıkta yayımladığı analizinde kuruyor ve 2013'ün Erdoğan için bir kabus yılı olduğunu söyledikten sonra, "Türkiye'de on yıllık Erdoğan ve ılımlı İslam deneyinin iflası"ndan bahsediyor, hem de bir dizi gelişmenin bir parçası olarak. Gazete, Ortadoğu için bir "Annus horribilis" (Dehşet yılı) olan ve Türkiye'de ılımlı İslamın çöküşüyle sonuçlanmakta olan "korkunç" 2013 olaylarını, "Suriye trajedisi, Mısır'dan Libya'ya kadar Arap Baharı ütopyasının çöküşü" diye sayıyor ve şöyle bir soru soruyor: "Erdoğan Türkiye'si Avrupa için neden bir sorun? Çünkü ona ve sağlar göründüğü istikrara çok güvendik."
Yunanistan'da yayımlanan Solliberal Rum gazetesi To Ethnos da 19 Aralık'da, yolsuzluk skandalı başladıktan sonra, "Erdoğan'ın siyasi ölüm-kalım savaşı" diye bir değerlendirmede bulundu. Yolsuzluk soruşturmasının, Haziran direnişinin açtığı ve henüz kapanmamış yaraya tuz bastığını yazan gazete, "Erdoğan devrilmesini geciktirmeyi başarsa bile, yolsuzluk skandalının gölgesi hep üzerinde olacak" yorumunu yaptı.

Haftanın konularında gezinti...

Erdoğan-Gülen savaşının Avrupa basınındaki yansımaları ve Türkiye'nin "Erdoğan sorunu"na Avrupalıların bakışı, bir kısa yazıyı hakediyor diye düşünüyorum. Hele şimdi Salı günü Erdoğan'ın AB ile yeniden buluşması ve Türkiye'nin AB'ye üyeliği adlı yılan hikayesi yeniden gündeme gelmişken.
Unutmadan yukarıdaki "Avrupanın 1870'deki komik harharitası"nı bana gönderen Avrupalı sevgili Profesör dostuma da buradan teşekkür etmek istiyorum (kendisine "Profesör" denmesini pek sevmese de!) Haritayı bu yazıya almamın nedeni, 19'uncu yüzyılda bile bu diyarlara bakışı çok iyi yansıtması. Haritada "Türkiye" diye adlandırılan kısım, o zamanki Türkiye'nin esasen Avrupa ve Balkanlarda kalan kısmı (İstanbul ve Selanik merkezleri elbette). Anadolu ise "Küçük Asya" diye anılıp başı açık bir kız ile sembolize edilmiş. Gene burada bir vesileyle bahsetmrk istediğim ama duramayıp hemen çıtlatmak istediğim konu, gene aynı dostumun bana ilettiği ve 19'uncu Yüzyılda "Halkların karakteri"ni anlatan bir çizelge! Belgenin orijinalini Martta görmeyi umuyorum ama burada Türkiye halkından bahsederken, "Türkler ve Rumlar" deniyor. Tabii konu ilginç ve Avrupa'nın diğer halklarıyla da kıyaslar var. Hem ilginç, hem de eğlenceli olduğunu söylemeliyim!
Burada daha önce de bahsettiğim ve okumaya bir türlü fırsat bulamadığım bir kitap var. Alexander Dumas'nın ünlü romanı "Monte Christo Kontu" romanını mutlaka bilirsiniz. Kitabın alt başlığı, "Monte Christo kontunun gerçek hayatı", adı da "Siyahi General" evet Fransız İhtilali sırasında beyaz Fransızlara komuta eden bir de siyah general var. Pulitzer ödüllü kitap o general hakkında ve o general, Alexander Dumas'nın babası. Tom Reiss'in kitabı, insanın içine işleyen cinsten, çünkü roman tadında yazılmış, gerçek verilere dayanan bir eser, Brazilya'da icad edilen şu yeni edebiyat türünün iyi bir örneği (bu edebiyat türü henüz Türkiye'ye gelmedi malesef! Türkiye İslamcılık belasından kurtulsun, böyle şeylere de ilgi duyacak.) Kitabı okumak ve burada bahsetmek isterdim. Size güzel bir hafta diliyorum...

Global Dünya'da Batı'ya yeni bakış ve eski Batı eleştirisi

Çin İmparatorunun dul eşi ve "Tanzimat" kararlarını uygulayan Cixi (1898)
Almanya'nın İkinci Dünya Savaşı'nda yenilinceye kadar kendisini asla Batılı sanmadığını, savaşlarını da "Batı'ya karşı" diye tanımladığını biliyor muydunuz? Ancak savaştan sonra kurulan Federal Almanya kendisini Batı'ya saydı.
Başlangıçta, kapitalist sistemle bir ve aynı şey olan Batı'dan yana olmak veya karşı olmak, bütün dünyayı ilgilendiren bir konuydu. "Batılılaşmak" bugün Türkiye'de hala negatif bir tınıya sahip olsa da, elbette bundan 60 küsür yıl önceye göre çok farklı anlamlar taşıyor. Kapitalizm Batı idiyse bugün heryer Batı. Ama bugün bütün bu kavramlar denizini eskisinden daha farklı kullanıyoruz. Ve o denizde artık sadece yelkenliler yüzmüyor!
Batı'nın en güçlü olduğu emperyal (epmeryalist) döneminde Batı ile eleştirel anlamda ilgilenen, ona hem uyup hem de ondan ayrışmanın fikriyle uğraşan çok sayıda entelektüel/münevver yaşadı. Ben bunlardan -buraların insanı- ikisini hemen anmak istiyorum: Cemaleddin Afgani ve Ziya Gökalp.
Bunlardan ilki Panislamizmin, diğeri de Pantürkizmin babası sayılabilir her halde. Ama asıl buralarda bilinmeyen diğerlerine dikkat çekmeliyim: Vinayak Savarkar (Hint Cemaleddin Afganisi), Mahatma Gandi, Liang Qichao (Bir tür Tanzimatçı Çin Mustafa Reşit Paşa'sı), Kita İkki (Şahsen hiç sevmediğim, entrikacı Japon Tanzimatçı) ve Rabindranath Tagore (Nobel ödüllü Hint mistik geleneğine dayanan şiirlerin şairi ve Batı Uygarlığını eleştiren entelektüel).
Bunların içinden Batı eleştirisi konusunda en etkili olmuş kişi kuşkusuz bir Rus: Vladimir İlyiç Ulyanov.
Bu büyük isimler arasında bir ayrım yapmaktan ziyade bir ortak yan olduğunu düşünüyorum. Hepsi de Batı hayranlıklarını veya Batı'ya acımasızca eleştirilerini, Batı'ya özgü bir düşünce konteksinde/biçiminde ifade etmişlerdir. Bunlar arasında önce Batı gibi olmak isteyip sonra tamamen Batı'ya karşı hale gelenler de vardır elbette ve en ilginçleri de Liang Qichao'dur. Çin'in son (çocuk) İmparatoru Pu Yi'den önce tahta çıkan İmparator Guongxu'ya hizmet etmiş ve Çin'i yeni (Batı orijinli Kapitalist) dünyaya uyumlu hale getirmek için bir program uygulamıştır. Önce kağıt üzerinde kalan Programın tam anlamıyla uygulanabilmesi, ölen İmparatorun ünlü Kraliçesi Cixi zamanından sadece 100 günlük bir sürede mümkün olmuş ve 1898'de bir darbeyle bitirilip Liang Japonya'ya sürgüne gönderilmiştir. Bu adam Japonya'dan ABD, Kanada ve Avustralya'ya yaptığı seyahatlerinin ardından (1903'de ABD Başkanı Theodore Roosevelt'le konuşmuştur), Batı'ya ve Batılılaşmaya karşı biri haline gelmiştir.
Büyük Britanya'nın 1765'de Hindistan'ı işgal etmesinden, Çin'deki 1840 afyon savaşlarına kadar süren vahşi emperyalizm dönemi, sonra Lenin'in "Emperyalizm" diye tanımladığı döneme evrildi ve bu süreçlerde Batı, gücüne hem saygı duyulan hem de kendisinden nefret edilen bir "bütün" olarak algılanıyordu Dünya'nın geri kalan kısmı tarafından. Kendi arasında da sürekli savaşan Batılılar, Çinliler için, Hintliler için, Türkler için, dünyanın tamamından farklı birşeydi ve dünyadaki tüm "Tanzimat" devirleri, işte bu güce karşı durabilmek ve birtaraftan da onun gibi güçlü olabilmek için yapıldı. 19'uncu yüzyılın sonuna doğru, Avrupa'ya yapılan seyahatlerde önemli bir yan iyice ön plana çıkıyordu: Batı'dan öğrenmek. Japon düşünür Fukuzawa Yukichi, "Japonya Asya'yı terkedip Avrupa'nın bir parçası olmalı" bile demiştir! Coğrafi açıdan imkansız, ama sistemsel açıdan mümkün bir şey.
İşte bu dönemde, "İlerleme" ideasının olumlu bir hedef olarak kabul edildiği açıkça Batılılaşmacı bir çizgi ile, Batıdan ayrı durup sadece teknolojisini almakla yetinmek şeklinde bir yaklaşımdı. Antiemperyalist fikirlerin ortaya çıkmaya başladığı 19'uncu yüzyıl sonunda, bunların Batı'da hiç ciddiye alınmadığı görülüyor. Fakat Sovyetler Birliği'nin doğuşu önemli bir paradigma değişikliği teşkil etti.
Burada beni rahatsız eden, Batı'nın (gerçekten de) dışında, çok cılız da olsa -kendi kendini idame ettirebilecek- Batı'ya alternatif bir düzenin Doğu'dan çıkmamış olmasıdır. Oysa Antiemperyalist yaklaşım ve Batı'ya karşı kazanılan zaferler (Mesela Rusya'da ve Türkiye'de) böyle yeni bir çizgi yaratmak için çok yönlü imkanlar sunuyordu. Batı'nın etkisi o zaman henüz çok sınırlıydı, internetten her insanın cep telefonuna kadar ulaşmıyordu. Alternatif yerine, kapitalizmin kooperatist/devletçi bir türü olan "reel sosyalizm" kuruldu ve kapitalizmin bir türevi olduğu için de sonunda başarısız oldu, Batı'ya entegre oldu.
Batı'nın tek/asıl kriter olarak kabulü, Sovyetler Birliği ve sonra diğer Sosyalist ülkelerin ortaya çıkışıyla değişmedi. Sovyet Rusya'nın veya Mao Çin'inin bir örnek olamayacağı çabuk anlaşılmakla birlikte, Batı'nın bir kriter olmaktan -kısman de olsa- çıkarılması, bir idea olarak yaşamaya devam etti.
20'inci Yüzyılın "Milliyetçilikler devri"nin dünyanın tamamını etkiledi. Milliyetçi ideolojilerin tüm dünyayı adeta esir andığını görüyoruz.
Batı'nın karşısında Dünyada Batı dışı yeni global bir alternatif güç/odak olabileceği fikrini aslında Japonlara borçluyuz. Japonların 1905'de Rusya'yı yenmesi, tüm Batı dünyasını temellerine kadar sarstı. Bu sarsıntıtı, olayı tamamen görmezden gelmeleridir -ilk defa Doğulu bir güç Batılı bir gücü yenmişti ve bu Batılılar için tam bir felaketti. Rusya'da devrimler devri de o yıl açıldı.
Günümüzde Batı'ya bakışın -"emperyalist Batı" söylemin sona ermesinin ardından- oldukça değiştiğini söyleyebiliriz. ("Emperyalizm" ve günümüzün "Bütüncül Emperyalizm kavramı konusunda bu blogdaki yazılara bakabilirsiniz)
Belki "İlerlemeci" anlayış değil ama, evrensel normlar anlamında Batı'nın bir örnek olmaya devam ettiği ve bu örneğin artık pozitif olduğunu/sayıldığını görüyoruz. 2011'de Arap Baharı'yla çok belirginleşen bu yaklaşım, kendine has -mesela islami bir- düzen bulmak yerine Batı örneğinin temel değerlerini aynen almakta beis görmeyen bir yaklaşımla ifade buldu.
Batı'nın evrenselleşmiş değerlerini almaktan çekinmemek, Batı'nın zayıflamasıyla aynı döneme rastlıyor ve bu dikkat çekici. Batı, global dünyanın siyasi/ekonomik merkezi olmaktan çıkıyor, eski korkutucululuğunu tamamen yitiriyor, ama "Demokrasi", "Hümanizm", "Bireysel Özgürlük" gibi fikirlerin sahibi olmaya devam ediyor. Ekonomik ve siyasi bakımdan güçlenen Doğu'da sorunlu olan bu alanların Batılı değerlerle tamamlanması isteği, Batı'yı yeniden önemli bir yumuşak güç haline getiriyor. Globalleşme, insanların birbirlerini daha yakından tanımalarına yardımcı oldu, artık birbirlerinden korkmuyorlar, birbirlerini daha iyi anlıyorlar.
Batılı değerlerin ve normların dünyanın her yerine sinmesi, kuşkusuz sorunlu bir durum ama insanların önce ortak bir evrensel bilinç geliştirip belli eski müzmin sorunları aşacağı çok özel bir dönemden geçiyoruz. Sonrasında yeni bir farklılaşmalar çağı gelebilir -ama düşmanlıkların doğması anlamında değil, farklı renklerin doğması ve sadece farklı bitki türlerinin değil, farklı sosyo-kültürel türlerin de yaşadığı bir Dünyanın ortaya çıkması olası.

Özgürlük dinamiği ve kısaca Türkiye'nin Tayyip Erdoğan sorunu hakkında

Sanki Türkiye'de kendileri dışındakiler Hristiyanmış veya bambaşka bir dindenmiş gibi kendilerine "Müslümanlar" diyen, neoliberal devrin dînî-kimlikçileri, tarihi bir son yaşıyorlar. Liderleri Tayyip Erdoğan, tam bir çöküş yaşayan AKP iktidarındaki zemin kaybını durdurmak yönünde hamleler yapıyor, ama yaptıkça durumu daha da kötüleşiyor, ve kötüleşecek. Bir zamanlar "Müslümanlar"ın her yaptığı (ve yapmadığı) "Müslümanlar"a yarıyor görünüyordu. Benim gözümün içine bakarak "Biz Solculardan daha Solcuyuz" diyen İslamcı köşe yazarlarından tutun da, her alanı ellerine geçirdiklerini falan sanıyorlardı. İftiralar atılıp insanlar tutuklanmaya başlandığında, galiba o şerefli yarbayın kendi silahıyla intihar etmesinden sonraydı (2010 başı), bu "ballı" durumun tam tersine döneceğini yazdım. "Müslümanlar", kendi kaderlerini belirleyecek bir sınava girdiler ve o sınavda en kötü notu alarak çaktılar, durum en basit ifadesiyle böyle.
Adeta "mutlak iktidar" konumundayken, ve daha birkaç ay öncesine kadar muhalefetin her türüyle dalga geçerken, insanların yaşam tarzına, kadınların doğumuna/şortuna alenen karışıp, ülkenin milli değerlerini aşağılamak için "ayyaş" gibi sözler seçerken, sadece altı ay içinde bugünkü duruma düşmenin bir de "derin" nedeni olmalı. Startını Gezi eylemleriyle alan bu hızlı düşüş hakkında elbette çok şey söyleniyor, söylenecek de, ama yaşadığımız dönem gerçekten çok özel ve işi geleceğe bırakmadan, şimdiden birşeyler söylemeliyiz belki de.
Türkiye'de ortak kanı, bu düşüşe bizzat Erdoğan'ın özgürlüklere karşı ters tutumunun yol açtığı ve gerisinin de çorap söküğü gibi geldiği yönünde. Bu çok doğru ve yerinde kanı bile, Türk insanının (tersine çabalara rağmen) esasen bozulmadan kaldığını gösterir. Sorun haline gelen "tek adam" Tayyip Erdoğan'ın belli bir gündemi dayatmasından daha kapsayıcı ve daha önemli olan, onun özgürlüklere karşı koyduğu yasakçı tavırdır yıkımını sağlayan.
Ben Erdoğan'ın Suriye yenilgisi, Gezi'de polis şiddetine yeşil ışık yaktığı, tek seçici/kararverici olması gibi "ayrıntılar"ı uzmanlara bırakıyorum ve asıl, paradigmayla ilgili, yani olayların en genel trendini ilgilendiren alana odaklanmak istiyorum. Bu alan, tek sözcükle: Özgürlüktür.
Bu blogun varlık nedenlerinden biri de geleceğe doğru bakmak. 2012 yılı başında, 2013'den itibaren Türkiye'yi tamamen dönüştürecek dinamiğin özünün Özgürlük olacağını ve "Müslümanlar"ın doğasının buna ters olduğunu ve bu nedenle, tarih sahnesinden silineceklerini çok yazdım, gene yazıyorum: Sadece AKP ve Tayyip Erdoğan'ın değil, "Müslümanlar" kimliğinin de bu süreçte herhangi bir formatta özne olma ihtimali bulunmuyor. 2011 yılından bu yana Dünya'daki (ve tabii Ortadoğudaki) gelişmelere tarafsız bir bakış, bu trendin anlaşılması için yeterli olacaktır. İslamcılar/"Müslümanlar", ancak neoliberalizmden devraldıkları kimlikçi formatı terkederlerse (ama başka şeyler olarak) hayatta kalabilirler.
Bu süreçte her zaman en büyük soru, "biz bu kadar güçlüyken, hangi çılgın bizi yokedecekmiş şaşarız" türünden kibirlenmelerle gelirdi ve Tanrı'yı Kur'an'da yazan bir roman kahramanından ibaret sayan bu beylere kimsecikler de yanıt veremezdi! Yanıt şudur: "Sizi yokedecek bir çılgın yoksa, sizin içinizden biri o çılgınlığı yapar." Ben bu prensibi iki yıl önce şöyle ifade ettim: "Bu dönemde özgürlüklerin doğası o kadar güçlü ki, onu bastırmak mümkün bile olsa, baskılara karşı bizzat iktidarın içinden tepki gelebilir." Olayın en genel mekanik denklemi ise şudur: Türkiye'de geleceği belirleyecek Özgürlükler talebini durduracak bir güç ne Türkiye'de ne de Dünya'da mevcuttur. Bunun anlamı, bu trendin, hiç olmadığı kadar derinden işleyen ve Dünyada da desteğe sahip olacak bir zaman kalitesine tekabül etmesidir. Bir fırtına esiyorsa, buna karşı duranlar bile fırtınanın savurduğu istikamette hareket etmek zorunda kalırlar. Şu anda olan budur. Yani Gülen Cemaati olmasa başkası, o olmazsa başkası, şu anda Özgürlüklere karşı olan tarafı temsil eden Tayyip Erdoğan AKP'sine karşı harekete geçerdi. Gülen Cemaati olmasa, bambaşka bir yerden, hiç beklenmedik bir olay, gelişmeleri şimdiki istikametinde tutardı, tutacaktır.
Tayyip Erdoğan, tavrıyla baştan kaybettiği ve kazanması kesinlikle mümkün olmayan bu süreçte sadece yavaşlatıcı ve zorlaştırıcı bir rol oynuyor. Onun beyhude çabası, Türkiye'ye hem zaman kaybettiriyor, hem de geniş kesimlerin kendini güvensiz ve huzursuz hissetmesini sağlıyor. Ve iki yıl önce konuştuklarımızı tekrarlayacak olursak: Türkiye'nin 2008'de başlayıp 31 Mayıs 2013'de yeni bir ivme kazanan Değişim/Dönüşüm dönemini muktedirler adına engelleme girişimlerinin tamamı, o girişimlerden çok daha büyük ve "tanımlanamaz!" karşı tepkilere neden olacaktır. Bu tepkiler şimdi (eskisine göre belki yeniden tanımlamamızı gerektiren) yeni bir etki-tepki prensibiyle harekete geçmektedir. Özgürlüklerin önünü açmak yerine onların önünü tıkayanların hayatta kalma şansları bulunmuyor. Şu anda en akıllıca tutum, evrensel değerler temelinde ilerleyen özgürlüklerin hem önünü açmak hem de onlara angaje olmaktır. Türklerin tarihinde yeni bir macera başlıyor ve bu macerada "Müslümanlar"a yer yok...

Konularda gezinti ve yeni haftaya bakış...

Uzun yazılar yazmaya devam etmekle birlikte, beni ilgilendiren konulardan da bahsetmek istedim. Çünkü konu çok ve hepsini yazmak gerçekten mümkün değil. Önümüzdeki günlerde kısa veya uzun yazılar halinde buraya almayı düşündüğüm konuların başında, Florian Illies'in "1913" adlı kült kitabı var. Bu kitapta yer alan ve 1914 ile nasıl bir devrin başladığını anlamayı okura bırakan tarz, sizlere de anlatılmayı hakediyor. Ben kitabın sadece Ocak 1913 yılıyla ilgili bölümünden bir potpuri hazırlamak isterdim, çünkü gerçekten çok ilginç. Bu yıl, Birinci Dünya Savaşı'nın ve onunla birlikte yeni bir devrin başlamasının yüzüncü yıl dönümü.
Gene Birinci Dünya Savaşı ile ilgili, henüz sadece sayfalarını karıştırdığım başka bir kitap da Manfried Rauchensteiner'in "Birinci Dünya Savaşı" (Der Erste Weltkrieg) adlı bin küsür sayfalık kitabı. Kitabı okumaya zamanım yok, ama savaşın nasıl başladığıyla ilgili bölümler, bu konuda detaylar, ilgimi çekiyor.
Benim en sevdiğim yazar Haruki Murakami'nin yeni romanı "Renksiz Bay Tsukuri Tazaki'nin hac yılları" (色彩を持たない多崎つくると、彼の巡礼の年) geçen yılın sonunda yayımlandı. İlk iki bölümünü bugün okudum, bahsetmek isterdim.
Son zamanda Batı'ya bakışın bütün dünyada değiştiği algısı güçleniyor. Eskisi gibi "emperyalist" Batı eleştirisinin çok yaygın olduğu 20'inci yüzyılın ilk yarısından farklı bir algı var Global Dünya'da. Batı'nın kültürel açıdan yeniden yükseldiğini (yanılıyorsam lütfen düzeltin) Kadri Gürsel de Milliyet'de yazmıştı yanılmıyorsam. Bu yeni algı ilginç ve bundan bahsetmek de bana önemli geliyor.
Mustafa Hoş'un "Abluka" adlı, AKP'nin medyayı nasıl teslim aldığını anlatan yeni kitabını okuyorum. Kitap, medya içinde -benim yabancısı olduğum ve alışmamın mümkün olmadığı- o "al takke ver küllah" hergün patronla manşet konusu hakkında tartışmak gerilimini başından sonuna yaşamış bir gazeteci tarafından yazılmış. Medya'da gazetecilikten ziyade nüfuz ticareti ve propagandanın hakim oluşunu, böylece gazetelerin aslında kendi kendini nasıl yokettiğini anlatan kitap üzerine birşeyler yazmak hoş olurdu, çünkü içindeki ("ünlü" gazeteciler ve köşe yazarları hakkındaki) veriler yenilir-yutulur cinsten değil.
Türkiye'de benim "Edelcomics" dediğim, kaliteli/edebi çizgi romanların da boy gösterdiği, sadece meraklılarının arayıp bulup alıp okuduğu bu kitapları tanıtmak gerektiğinden bahsetmiş miydim? Şimdilik daha çok çeviri kitaplar bunlar, ama mesela Ankara Kızılay'daki ünlü Dost Kitabevi'nin hemen girişi, bu kitaplara (ve diğer düşük oktanlı çizgi romanlara) ayrılmıştır. Bunlardan birini okuyup İstanbul Metrosunda (bilerek) "unuttum", şimdi ikincisini okumaya hazırlanıyorum.
Burada yazmayı düşündüğüm, Papa Franciscus'un anti-kapitalist fermanı "Evangelii Gaudium" yazısını yazmayı şimdilik düşünmüyorum ve konuyu "Antikapitalist Müslümanlar"a bırakıyorum!
Haftanın konuları şimdilik bunlar. İyi haftalar diliyorum.

"47 Ronin". Bir yolsuzluk ve intikam hikayesi

Bu sayı, Yi Ching heksagramları arasında en sevmediğim işaretin numarasıdır aynı zamanda. Almanca "Notwendiges Übel" denen, yani mecburen halledilmesi gereken pis bir işe işaret eder, ama zorunlu bir iştir. Bir haftadır sinemalarda oynayan ve Japonya'da 1702 Aralık ayında yaşanan önemli bir olaydan esinlenen filmden de kısaca bahsetmek gerek elbette. Film, olayın en kaba hatlarına sadık kalmakla birlikte, vasat animasyonlarla ve işin içine ille de bir Avrupalı "yarımkan" yerleştirme kaygısına kurban gitmiş vasat bir seyirlik. Tabii bu vasatlığın içinde, hayranı olduğum büyük oyuncu Hiroyuki Sanada'yı anmadan geçemeyeceğim. Efendisinin öcünü alan Samurai'lerin lideri büyük savaşçı Oishi Kuranosuke'yi başarıyla canlandırıyor.
"47 Ronin"in hikayesi, aslında bir yolsuzluk hikayesidir ve yolsuzluğun çürütücü etkisinden çok, yolsuzluğa bulaşıp da suç ortağı olmak istemeyen namuslu iyi insanların kabaca aşağılanmasının ve onlara yapılan kötülüğün, sıradan küçük cezalandırmalarla yıkanmadığını, sönmeyen kor gibi vicdanları dağlamaya devam eden etkisini gösterir. Türkiye'de haksızca aşağılanan insanların öfkesinin Gezi'de nasıl patladığını anlayamayanlara, bu patlamanın yazılmamış evrensel bir yasa olduğunu da anlatır. Bu gerçek olayı buraya almamın nedeni de bu.
Japonya çok uzun bir süre boyunca, 'Tenno'lar ('Göğün Oğlu' İmparator) tarafından değil, 'Shogun'lar (Genelkurmay Başkanları) tarafından yönetilmiştir. Belli bir şeref kodeksine göre yaşayan savaşçıların (Samurai) ülkeye hakim oldukları bu dönem, Japonya'nın Tenno Meiji tarafından modernleştirildiği 20'inci Yüzyıl başına kadar sürmüştür.
İşte Shogun'un memurlarının bile hükümdara denk muktedirler halinde yaşadığı bu dönemde Kira Kozuke no Suke Yoshihisa da Edo'daki (Tokio) Shogun Tokugawa Tsunayoshi sarayına iki Daimyo'yu (Bey) çağrmıştır. Kira, Shogun'un protokol müdürü gibi biri ve istediği de bu iki Bey'in dönüşümlü olarak düzenlenen Shogun kabullerinden birini kendi saraylarında düzenlemeleri. Ako'nun iki beyi Kamei Korechika ve Asano Naganori, törenin düzenlenmesi için kendilerini yönlendirecek protokol müdürü Kira'nın Ako'ya gelişini beklerler. Tören delisi Japonlar, karmaşık törenlerin hakkıyla eksiksiz gerçekleştirilmelerine çok önem verirler, hele Shogun! Bu iş için Ako'ya gelen protokol müdürü çok keyifsizdir, çünkü kendisine verilen "hediyeleri" az bulmuştur. Beylerden Asano Naganori, son derece namuslu ve eski öğretilere göre yetiştirilmiş biridir ve protokol müdürü Kira'ya "hediye" adı altında rüşvet vermeyi reddeder. Siyasi gücü ve konumu, ruhuyla kıyaslanamayacak kadar  büyük olan Kira, törenin hazırlıklarını yalap şalap yapmakla kalmaz, bu iki Beyi adamlarının önünde aşağılamaya başlar. Buna dayanamayan Bey Asano, adamı öldürtmek için bir plan yapar. Bunu öğrenen Kamei Korechika, bunun sonuçlarından korkup, protokol müdürüne gizlice yüklü bir rüşvet verir. Böylece protokol müdürü Kira ona çok iyi davranmaya başlar, ama diğer Bey Asano'ya kötü davranmaya devam eder. Yolsuz Kira, Ako Beyi Asano'yu adamlarının önünde "Köyün delisi" diye aşağılayınca Asano hançerini (Tanto) çekmesiyle adama bir tane koyar. Kira, kafasından yüzüne inen bir kesikle bu işten ucuz yırtar, ama tabii Asano'nun yaptığı resmen büyük bir suçtur.
Shogun, bu davranışı nedeniyle şerefini kurtarması için Asano'dan ritüel bir intiharla (Seppuku) hayatına son vermesini ister. Shogun'un işin aslını astarını sormadan böyle bir emir vermesi, gene tören kalıplarının bozulmasından. Yolsuz müdürünün olayı Shogun'a nasıl anlattığını bilen de yok tabii.
Evet Ako Beyi Asano soylu bir Bey olmanın hakkını verir ve kendi hançeriyle Seppuku yapıp hayatına son verir. Ama bu yolsuz/soysuz protokol müdürü bununla yetinmez, aynı yıl, 1701'de, Bey Asano'nun tüm savaşçılarını "Efendisiz Samurai" yani Ronin ilan eder, Ako'ya da el koyup orayı Schohun'un mülküne alır. İşte asıl olay bundan sonra başlar.
Bu korkunç aşağılamaya, hakarete, kötülüğe ve yaşam alanlarına el koymaya dayanamayan 47 Ronin bir araya gelip, kanlarıyla imzaladıkları bir belgeyle intikam almaya yemin ederler. Samurai'lere böyle durumlarda efendilerinin intikamını almak yasaklanmıştır. Zaten ölen Asano'nun Ronin ilan edilen adamların çoğu dağılır, sadece 47'si, Oishi önderliğinde intikam planı yapar.
Bu 47 adamın bu tarihten sonra bir yıl boyunca planlarını nasıl kurguladıklarını bir filmle anlatmak zor, çünkü hem çok detaylı, hem de inanılmaz bir irade ve koordinasyon gerektiriyor. Protokol müdürü Kira, nasıl büyük bir halt yediğini ve Tanrı'nın böyle şeylere kesinlikle müdahil olduğunu sezdiğinden olacak, Asano'nun eski Samurai'lerinin başı Oishi'nin peşine bir ajan takmıştır, intikam alabileceklerinden kuşkulanmaktadır. Oishi, ulaklarıyla planını işletirken bir taraftan da iyice düşmüş biri gibi davranmaya başlar, sünger gibi içer, Kyoto'da berbat kerhanelerden çıkmaz, geceleri sokaklarda sızar falan. Oishi'nin peşinden ayrılmayan ajan bu büyük Samurai'yi en sarhoş anında fena halde döver ve tabanıyla, yerde yatan Oishi'nin yüzüne basar -ki bir Samurai'ye yapılabilecek en büyük hakarettir, ona tükürür ve aşağılar. Nihayet karısı da onu boşar -ki Japonlarda nadir bir olaydır böylesi. Çocuklarını alıp gider, bir tek büyük oğlu Oishi'nin yanında kalır. Protokol müdürü bunları öğrendikten sonra iyice rahatlar ve Asano'ların eski Samurai'lerinin intikam peşinde koşmadıklarına inanır.
Oishi'nin adamlarının yaptıklarını ancak romanla anlatabilirsiniz, filmle değil. Konu hakkında ilki 1962'de çevrilmiş, 1996 ve 2013 tarihli üç film var, üçünü de gördüm, üçü de kesinlikle yetersiz.
Oshi'nin Ronin'leri, çeşitli şekillerde Kira'nın sarayına sızıyorlar. Kimisi marangoz oluyor bu arada, kimisi ahçı, kimisi hizmetkar, ve kesinlikle renk vermiyorlar. Hatta biri, sırf Kira'nın sarayının ve kalesinin planlarını öğrenmek için, sarayın mimarının kızıyla bile evleniyor.
Ve işte Aralık 1702'de Oishi önderliğinde son bir kez yeniden buluşup yeminlerini kanlı imzalarıyla tazeliyorlar ve plan işliyor. Oishi saraya girdiğinde, içinde sarayın bulunduğu kale zaten dış dünyaya kapatılmış bulunuluyor. 47 Ronin'in yarısı, attığını indiren okçular olarak en stratejik noktalarda, Kira'nın ordusunun kaleye girmesini engelliyorlar. Ama diğerleri, en önde Oishi, Kira'yı arıyorlar. En yakın adamlarını buluyorlar, düzinelercesini öldürüyorlar, ama kaçarken gördükleri Kira kayıp.
Oishi, Kira'nın aslında dışarıya kaçamadığını, yatağından anlıyor, çünkü onun odasına girdiğinde Kira'nın yatağının henüz sıcak olduğunu görüyor.
Oischi ve adamları dört dönüyorlar ama protokol müdürünü bulamıyorlar. Neden sonra kocaman bir duvar halısının arkasında gizli bir geçit farkediyorlar. Orada, Kira'nın en iyi iki adamıyla sıkı bir savaş oluyor, Oishi iki adamı da buduyor. Gizli geçidin ardında minik bir bahçe, bahçenin ortasında da yakacak odun ve kömür istiflenmiş. Kira, hizmetkar gibi giyinip oraya saklanmış. Gece olduğu için adamı önce tanıyamayan Ronin'ler onu bırakmadan son anda Oishi görüyor ve Kira'yı tanıyor. Nasıl mı tanıyor? Kafasındaki hançer yarasından. Yoksa adam dış görünümünü tamamen değiştirmiş.
Burada asalet ile ve rüşvetçi aşağılık korkak ruh arasındaki farkı da göstermeliyim.
Oishi, protokol müdürüne son bir şans vermiştir ve onun kendini ritüel bir şekilde Seppuku yaparak öldürmesini istemiştir. Acı çekmemesi için Kaischaku'su olmayı da kabullenmiştir. Kaishaku, en yakın dost demektir ve Seppuku yapan kişinin anında başını uçurarak onun acısına son verir.
Kira, korkudan kekeler, konuşamaz, eli ayağı titremektedir. Oishi, Kira'nın başını, efendisi Asano'nun intihar ettiği Tanto'su ile uçurur. Kesik baş atının terkisinde saraydan adamlarıyla çıkar. Kira'nın kalenin dışında bekleyen, içeri giremeyen ve olayın etkisinden kurtulamamış askerleri, kaleden çıkan 47 Ronin'in önünde toptan diz çökerler ve onları selamlarlar. Oishi, bu operasyon sırasında Kira'nın çok sayıda adamını öldürüp daha da çoğunu yaralamış olmasına rağmen tek bir kayıp vermemiştir.
Oischi, olacakları bildiğinden olacak, aralarındaki en genç Ronin'i Ako'ya gönderir, müjdeyi vermesi için. Genç Ronin oraya gider ki haber gelmiş, her yer bayram havasında, Gezi'deki gibi büyük cümbüş. Kira'nın kesik başı ve Asano'nun Tanto'su, Asano'nun mezarına getirilir. İntikam alınmıştır. Arkadan Oishi, 46 kişi halinde gelir ve tabii bir yıl sonra da Shogun'un emri gelir.
Burada bir duralım.
Shogun'un, artık Samurai olmayan bu 47 kişinin asılarak idamını emretmesi gerekirdi. Ama böyle yapmamıştır ve bir yıl beklemiştir. Kutlamalar da bu kadar sürmüş olmalı: Bir yıl! Shogun, Şubat 1703'de, ceza olarak 46 kişinin Seppuku yaparak hayatlarına son vermelerini istemiştir, bunun bir anlamı da itibarlarının geri verildiğidir. Shogun, kesik başı ve intikamın alındığı haberini Ako'ya getiren genç Ronin'e hiç bir ceza vermemiştir. Seksen yaşına kadar yaşayan bu adam, öldükten sonra 46 Ronin'in yanına, 47'inci Ronin olarak gömülmüştür. Ama bir de 48'inci var!
Oishi, dikkat çekmemek için bilinçli bir şekilde dağıtıp kerhanelerde sürterken onun peşinden ayrılmayan ve onu dövüp yüzüne basan adam. O da bir Samurai idi. Yaptığının utancıyla yaşayamamıştır ve Oishi ile birlikte, ama 47 Ronin'in yüzüne bakamadan, başka bir yerde Seppuku yapıp hayatına son vermiştir. Ako'nun köylüleri onu affettiler ve onu da 47 Ronin'in yanına gömdüler.