"Yeni Türkiye" eskisi ve AKP'nin "bin yıllık dâvâ"sının sonu

AKP Olağanüstü Kongresi'nde Erdoğan'ın ve yeni parti başkanı Ahmet Davutoğlu'nun konuşmaları, gerçekten de tarihi önemdeydiler. Bu konuşmaların ve bu göstermelik kongre, uzun süre belleklerden silinmeyecektir -ama bir ibret vesikası olarak.
Çok bilmek ile entelektüel/bilge olmak arasındaki farkın her zaman çok önemli olduğunu düşünürüm. Eskiden insanları "çok zeki, IQ'su yüksek" deyip bilgi yarışmasına falan sokarlardı. Ben çocukken, bu tür "çok bilmek" çok önemsenirdi, ansiklopediler ve onları karıştıranlar/ezberleyenler de vardı (mesela ben!) Ama çok bilmek denen şeyin -şimdilik "bilgelik" diyeceğim o öz olmadan- sadece hammallık anlamına geldiğini ve bilginin insanları umulandan çok daha büyük yanılgılara sürükleyebildiğini, bizzat bilim gösterdi. "Çok bilen uzmanlar", başka bir numaraları yoksa, geleceğe doğru tahminlerde bulunurken, genellikle cahil köylülerden daha kötü/akılsızca kararlar verirler. Bu tesbiti yapan da, tezi hakemli dergilerde yayımlanmış köşeli bir bilim adamı. (Araştırma hakkında, bu blogda bir yazı bulunuyor). Doğruyu temsil edebilmek için yalnız bilgi değil, EQ (Emotional intelligente quotient) de, sezgi de gerekir ve tabii sağduyu ve makul akıl da.
Erdoğan'ın, -ama özellikle Davutoğlu'nun- konuşması, tonu ve içeriği bakımından, Nazilerin -sadece 12 yıl süren- "Bin yıllık Reich davası" nutuklarına benziyordu ve dış politikadaki başarısızlığı/yanılgısı bu kadar net olan bir politikacının sınır tanımaz ideolojik hayallerini -nihayet- açıkça gözler önüne seriyordu. Türkler, Erbakan'dan bu güne gelen çizginin aslında ne olduğunu, sahiplerinin ağzından dinlemek "şerefine" nail oldu! İki konuşma da bu bakımdan çok önemliydi. Hadi Erdoğan mekyevellist, pragmatist ve kural/yasa ötesi hareket edebilen bir politikacı ve "Sünni kültür İslamı"nı kendi amaçları için kullanıyor, ama Davutoğlu o söylediklerine bir de inanıyor! Galiba işin asıl vahim tarafı da bu. Yani "herşeyi bilen büyük bir alim" sayılan, ama öngörüleri ve teorileri gerçekle alakasız olan bir Başbakan'a terkedilmiş -kontrol mekanizmaları da neredeyse kalmamış- bir ülke Türkiye ve Davutoğlu'nun istediğini yapabilmesi demek, Türkiye için oldukça kesin bir felaket anlamına geliyor. İmam Homeyni'den hatırladığım, adeta dünyaya meydan okuyan ama bunun altyapısına sahip olmayan "devrimci" ve bağırgan bir demagogla karşı karşıyayız. Erdoğan'dan daha kötü, EQ'su kıt, Erdoğan'dan daha az sağduyulu ve "dava"sına militanca inanan bir Başbakan. Erdoğan'ın yarım saat "Şehitler"den ve "Şahadet şerbeti" içmekten bahsettmesini yabancı davetlilere simultane nasıl çevirdiklerini merak etmekle birlikte, Davutoğlu'nun dağlara taşlara "Selam" göndermesinin ardından yaptığı konuşma, dünyada, "IŞİD'in Türk versiyonu mu?" diye sorduracak ölçülerde garip ve irkilticiydi.
Erdoğan ve Davutoğlu'nun konuşmasını dinledikten sonra Dünya, iki liderin konuşmalarının her iki cümlesinden birinde geçen "Dava"larının, fetihçi/talancı/saldırgan bir İslamcılık olduğunu ve bunun tarihinin de Hz. Muhammed'e ve Alpaslan'lara, Osmanlı Sultanlarına kadar dayandırıldığını biliyor. Tarihini savaşçı Cermen kabilelerine dayandıran, sembollerini eski Wotan dininden ve Runik işaretlerden seçen tarih manyağı Naziler de pek farklı değillerdi. Ama o zaman 1930'lu yıllar yaşanıyordu ve o zamandan bu zamana köprülerin altından çok su aktı!
Behlül Özkan'ın Davutoğlu fikriyatı hakkında Radikal'e yazdığı kısa ama çarpıcı yazı (ve araştırma), "Stratejik Derinlik" saçmalığının, Yeni Osmanlıcı değil Pan-islamist bir kadük ideoloji olduğunu yeniden gözler önüne serdi.
Davutoğlu, tahta önünde gide gele ders anlatan üniversite hocaları tavrıyla, kullandığı "epistemolojik" sözlerle, garip ses tonu ve konuşma tarzıyla, "hadi kılıç kuşanın cihada gidiyoruz" havasındaki heyecanıyla, rahata alışmış (sakinlik arayan) AKP "elitini" ürkütecek kadar "ideolojik" bir giriş yaptı. Erdoğan'ın öfke nöbetlerinden kurtulup ülkeyi normalleştirmeye ve dünyada bozulan itibarı tamir etmeye yönelik istekler yarı yolda kaldı. Davutoğlu yönetimindeki bir AKP'nin 2015 seçimlerinde şimdi zor koruduğu 20 milyon seçmenini önemli ölçüde kaybedebileceğini, geçtiğimiz günlerde SONAR direktörü Hakan Bayrakçı söylemişti. Bunun daha farklı seyretmesi, birçok bakımdan mümkün değil. AKP, Davutoğlu'yla gireceği seçimlerden, en iyi ihtimalle bir koalisyonla çıkacak -tabii seçimlere kediler müdahale etmezse, ki o zaman da AKP Gezilerden Gezi beğenecek hatta bu kez belki başka faktörler de devreye girecek.
"Yeni Türkiye" diye pazarlanan neoliberal etnik/dini kimlikçi Türkiye ruhen öldü. Fakat ölümden sonra saçlar ve tırnaklar bir süre daha uzamaya devam eder. Ne eski konjonktür, ne de eski paradigma var ve Türkiye, islamcıların tamamen aciz kalacağı bir ekonomik krize doğru doludizgin ilerliyor. Mutlaka iktidarda kalmak zorunda olan  AKP (yoksa "bin yıllık dava" altı ayda buharlaşır ve yolsuzluktan/savaşsuçlarından yargılanır), toteriterleşerek ve Suriye'de/Irak'da kafa kesme "tecrübesi" kazanmış Anadolulu islamcıları kullanıp kalkı korkutarak, iktidarda kalmak isteyecektir. Bu konuda yapabileceği hukuksuzlukları şimdi hayal etmek bile mümkün değil. Ama her "bin yıllık dava" gibi, "Yeni Türkiye"nin ideolojisini nihayet açıkça ortaya kusanlar da, miadlarını doldurmuşlardır. Bütün dünyayı karşısına alan ve izole olan bir iktidarın kendi ülkesinde de yüzde 38 oy üzerine bir daha çıkamayacağı gerçeği araştırmalarla sabitken, herkesin umutsuzca sorduğu soruyu da sorup yanıtlamak gerekiyor. Soru:
Peki kim alternatif olacak? CHP/MHP mi? Onlardan birşey olmaz!..
El Cevap:
Türkiye gibi bir yerde iktidar boşluğu olmaz ve onu dolduracak birileri mutlaka çıkar ve bu kez o boşluğu dolduracak olanlar, asla "Müslümanlar" olmayacak. Dünya, Müslümanların en ılımlısının bile faşist eğilimli olduğunu öğrendi. İslamcıların çağı sona erdi. Şimdi bu mevtayı gömme faslı yaşanacak.

"İstanbul ve Anadolu, Yükseliş Çağı Manifestosu" yazılarına giriş

Türkiye'nin içinden geçmekte olduğu sarsıntılar dönemi, 2013 Nisanından bu yana ivme kazandı ve kalitatif en önemli zirvesini 2015'in Kasım ayına kadar yaşayacak gibi görünüyor. Bunun ardından 2017'ye kadar sarkabilecek bir konsolidasyon dönemi söz konusu. Sonra buralarda yepyeni bir dönem başlayacak ve bu dönemin belirleyici unsurları da Kadınlar (dişi Güç) ve Sol kökenli yeni bir tür neorasyonalizm (eril Güç) olacak. İstanbul ve Anadolu'da başlayacak yeni Çağ'ı Dünyadaki benzeri gelişmelerden ayrı tutmak pek mümkün olmasa da, Selçuklu/Osmanlı/Cumhuriyet geleneğinin bir devamı olarak, Türk unsurun bu gelişmelerin motoru ve önderi olacağı açık. Post-İslamcı geçiş döneminin ardından gelen Çağın başında, kendine özgü bazı otoriter yanlarının olabileceğini ve bu yanların, yeni sistem oturuncaya kadar sürebileceğini peşinen yazalım.
Onbin yıllık kesintisiz uygarlık tarihine sahip Anadolu ve İstanbul'un Türkleşmesinden buyana en büyük altüstoluşlardan birinin yaşandığı bu toprakların Değişim/Dönüşüm sürecini, 1990'lı yıllardan beri tahmin etmeye çalışıyorum ve 2004'den beri kapitalist sistemin sona yaklaşan eğrisiyle ve gelecekle ilgili yazılar yazıyorum. Artık menzile girildi, Yeni Çağ kapıda ve onun için bir girizgah hazırlamak, konuyla ilgilenenlere ve ilgilenecek olanlara yeni tartışma malzemesi sunabilir. Ben bu amaçla, "İstanbul ve Anadolu, Yükseliş Çağı Manifestosu" gibi birşey yazmayı tasarlıyordum ve bu konuda notlar alıp bazı bölümler de tasarlamıştım, ama hazırlanıncaya kadar -her kitap veya kitapçık gibi- bir şekilde gizli kalacaktı. Öyle olmak yerine, bu blogda, o manifestoda olması gereken konular hakkında yazılar yayınlamanın daha yararlı olabileceğini düşündüm. Böylece, burada yeralacak yazıların toplamından, daha kısa ve özlü bir metin çıkarmak da mümkün olabilir belki. Manifesto yazılarına böyle "tumturaklı" bir ad seçmemin nedeni, mütevzi "yeni" sözcüğünün hiç olmadığı kadar eskimesi. Ayrıca, daha öncesiyle kıyaslanamayacak kadar yeni ve özgün bir döneme giriyoruz ve bu dönemi bir "Çağ" olarak adlandırmak pek de yanlış olmasa gerek, çünkü bu coğrafyada yaşayan aklın ve ruhun, onbin yıllık geçmişe ve tabii geleceğe açılıp yükselmesini ifade ediyor. Yazılar, burada esasen "fikir olarak" yer alacak ve size açık olacak.
Manifesto yazıları için şimdilik üç konu belirledim. Bunlardan ikisi, hem İslamcılığın ve İslam dayatmasının aşılması anlamında (Post-İslam), hem de Hayata/Dünyaya yeni bir bakış denemesi anlamında, Manifestoya yeni bir ruhsal/düşünsel zemin sağlamayı amaçlayacak.
    İlk yazının, İslam/din ötesi "Evrensel Ruhsal Yasalar"ı işlemesindeki amaç, bütün inançlara ve evrensel değerlere can venen ortak değerleri ortaya koymak ve kısırlayıcı/dar İslam bagajından kurtulmak. Zira İstanbul ve Anadolu'daki yükselişin, hiç bir dinin özüyle çelişmeden, insanlara ruhsal bir duruş vermesi/sağlaması, aynı zamanda buraların yeni tip bir Rönesans&Reform'u olacaktır ve Anadolu/İstanbul halkını İslam ve Türkler öncesinin kadim uygarlıklarıyla da -komplekssiz bir şekilde- yeniden birleştirecektir.
    İkinci yazının, "Gerçeklik" ile ilgili olması gerektiğini düşünüyorum. İnsanoğlu, birçok gerçekle aynı anda birlikte yaşıyor ve gerçeğin çok katmanlı haliyle barışık olmak, o gerçekliklerde hareket edebilmek, çok kültürlü bir coğrafyada insanların birlikte yaşamalarının yeni ve devrimci biçimlerine fikirsel/felsefi atmosfer sağlayabilecektir. Burada şekilsel birşeyden değil, bir anlayış biçiminden bahsedeceğim ve mesela Gerçeğin sadece "Bilimsel" olmadığını, (kapitalizme özgü) tek tip ölçü/değer sistemini kaldırmanın sadece parayla ilgili olmayıp bir kavrayış biçimi olduğunu da göstereceğim. Bilimsel olmayan gerçekler de var ve bunlardan bahsetmenin zamanının geldiğini düşünüyorum.
    Üçüncü yazı, burada daha önce de belirttiğim ama henüz yazmadığım, "İnsanların (ücretli) çalışmadığı toplum" konusunda olacak. Avrupalı sevgili dostlarımın on yıl kadar önce yazdıkları ve bir çok dile çevrilen "Çalışmaya karşı manifesto"dan da yararlanacak bu yazı, onun eskimiş yerlerinin ileriye doğru revize edilmiş halini esas alacak ve tabii önce Türkiye'yi düşünen bir yerden yazılacak.
    Bunları izleyen yazılar, "jeostrateji" denen ve benim nefret ettiğim konu da dahil olmak üzere, yeni enerji kullanımı, sosyal devlet, post-kapitalist sistem ve komşu coğrafyalarla eşitliğe dayalı -sistemsel- işbirliği gibi konuları esas alacak. Bu süreçte, Twitter üzerinden bunları konuşmak, yeni konular belirlemek, metinlerde belli değişiklikler yapmak falan elbette mümkün! Herkese çok Selam! :)✨

Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası zaman kalitesi notları

Cumhurbaşkanlığı Seçimlerinin sonucunu, kendilerine dayatılan Ekmeleddin İhsanoğlu seçeneğini kabullenemeyip seçimlere gitmeyen iki milyon seçmen belirledi. Ve Erdoğan'ın/AKP'nin oylarının Türkiye genelinde yüzde 35-40 bandına hapsolduğu anlaşıldı. AKP, artık düşme trendine girmiş görünüyor. Erdoğan, akla gelebilecek herşeyi kendisi için mobilize etmesine ve karşısında ciddi bir aday olmamasına rağmen, yüzde 51.7 gibi kılpayı bir sonuçla Cumhurbaşkanı oldu.
Muhalefet bu sonucu, Erdoğan'ı AKP'den koparmak gibi bilinçli bir tercihle hedeflemişse -ki pek sanmıyorum, önümüzdeki aylara bakarak sonucu göreceğiz. Ama bu komplotik "değerlendirme" bir kenera bırakılacak olursa, CHP-MHP muhalefeti, büyük bir hata yapmış ve bir önceki seçimlere göre 5 Milyon oy daha az almıştır. Yerel seçimlerde Muhalefet, iktidarla aynı oy oranını yakalamıştı ve hatta belki de kediler sayesinde, denge muhalefet lehine bozulmamıştı.
Şimdi, 2008-2024 döneminin en hızlı ve tehlikeli 2013-2015 sürecinin tam ortasındayız, en sarsıcı kısmı önümüzde, Türkiye'nin etrafı kaynıyor. Ukrayna, Suriye, Irak, sıcak savaş bölgeleri, Azerbaycan ve Ermenistan bile birbirine girmek üzere. Böyle bir atmosferde ABD yıllar sonra bölgede yeniden silah kullandı ve IŞİD'i bombaladı.
Türkiye, bu büyük altüstoluş sırasında kendi büyük sarsıntısını -değişim/dönüşüm'ünü- de yaşıyor. Süreç, Nisan 2013'de başladı ve Kasım 2015'de bitecek. Bu sürecin grafiğinde bence iki önemli zirveyi yaşadık. Bunlardan ilki Gezi İsyanı, ikincisi de Gülencilerin Yolsuzluk saldırısıydı. Bu ikisinin -zaman kalitesi açısından- ilişkisini de 2012'deki yazılarıma dayanarak açıklamak mümkün. Zamanın "Özgürlük/Özgür ruh" (ve yeni bir özgüvenin yükselişi) devri olduğunu, bunu engellemenin mümkün olmadığını, engellendiği taktirde bizzat İktidar içinden tepki çıkacağını yazmıştım. Bunu şimdi de CHP/MHP açısından yazmak mümkün. Bu iki partinin başkanları, tarihi bir hata yaparak, iki partiye de yabancı "Müslüman" bir ortak aday gösterip, yeni "Özgür ruhlu yükseliş"e aykırı hareket ettiler. Tekrar edelim: O özgürlük yükselişini engelleyen hiç kimse, ama hiç kimse tokadı yemeden yerine oturamaz ve o tokat hiç ummadığınız biçimlerde gelebilir, Erdoğan'a nasıl -hiç beklenmedik biçimlerde- geldiğini biliyoruz. Bu açıdan baktığımda, CHP'nin yöneticilerini oldukça zorlayabilecek, hatta Kılıçdaroğlu'nu koltuğundan edecek gelişmeler yaşanabilir, ama asıl ilginç olan, Türkiye'nin yeni önderi, yani belki: Selahattin Demirtaş.
Sürecin sonunda Türkiye'nin yepyeni, Erdoğan'dan çok daha kurnaz ve çok daha akıllı, Türkiye'yi yeni bir yere taşıyabilecek yeni önderler çıkabileceğinden bahsetmiştim. Bu yeni zaman kalitesi, giderek belirginleşiyor ve Demirtaş'ı işaret ediyor. Elbette başkaları da olacaktır, ama biri o gibi görünüyor. Değişimin diğer özelliği, bir çok kişi için "gereksiz" sayılması ve ayak direnmesine rağmen uzun vadede gerekliliğinin sonradan anlaşılacak olmasıdır. En önemli konu şu: Erdoğan da bu değişim sürecinin aktif bir (negatif) parçası ve ortadan kalkmamasının asıl nedeni de bu. Negatif bir kışkırtıcı rolü oynuyor. Değişim/dönüşümün olumlu kutbunu Gezi (yani yeni öndersiz halk muhalefeti), olumsuz kutbunu da Erdoğan teşkil ediyor. Pasif ve erkisizleştirici bir Cumhurbaşkanlığı "kampanyası" yürüten CHP/MHP'nin karşısına, tıpkı Erdoğan'ın Gezi'yi bastırmaya kalkınca karşısına Gülenci saldırının çıkması gibi bir durumun çıkması mümkün. Bu sürecin ortasında -yani şimdi- bir empati dalgası da var ve kamplaşmış iki kesimin birbirini daha iyi anlamasına vesile olabilir.
Önümüzdeki günlerde, AKP ve CHP'nin içinde sert rüzgarlar da esse, asıl enteresan dönemin, Ekim ayında başlayacağını sanıyorum. Türkiye'nin önünde 2015 yazına kadar, kendiyle daha barışık bir dönem var. Türkiye'nin etrafındaki kan deryasına bu kez çok yerinde ve ölçülü bir şekilde yaklaşıp çok yararlı olabileceği fırsatlar doğabilir. Bu dönem, Türkiye'nin şimdi içinde yaşadığı sıkıntıyla kıyaslandığında büyük bir iç huzuruna işaret ettiğine göre, Hükümetin olumlu anlamda değişmesi de söz konusu olabilir. Tabii bunları "zaman" gösterecek!

Erdoğan'ın fakir halktaki karşılığı ve Türklerin yeni özgüveni

Erdoğan'ın 3 Ağustos mitingine giderken merak ettiğim asıl konu, onun seçmenleri idi. Bir insan grubunu en iyi, kendi kendilerineyken gözlemleyebilirsiniz, çünkü öyle ortamlarda birçok yapmacık tavır ve söz ortadan kalkar, insan neyse o olduğunu gösterir. Miting, beklediğimin çok ötesinde ilginçti. Kesinlikle dinlemediğim Erdoğan, konuşmasında hiç beklenmedik bir şey yapıp kendi ölümü üzerine konuştu ve vasiyetinin İstanbul'a gömülmek olduğunu söyledi. Yapmacık "Kefen" muhabbeti ve benzerlerini saymazsak, şimdiye dek duyduğum tek "kendi sonu"ndan haberdar olmak veya hissetmek diye yorumlanabilecek bir durum. Bilinen klişeleri ve doğruluğu kanıtlanmamış verileri sıraladı. Ama benim gözüm onda değil, onu izleyenlerdeydi.
    Sabah gazetesine göre ikibuçuk milyon, Hürriyet gazetesine göre bir milyon insanın, benim gördüğüm kadarıyla en az sekizyüz bin kişinin bir araya toplanması "çok önemli". Oraya gelenler ve Erdoğan için önemli olmalı, çünkü o kadar insanın Maltepe sahilindeki devasa alana yığılması, sadece bir iktidar-devlet-belediye ortaklığıyla mümkündür. Kilometreler uzunluğundaki belediye otobüsü, şehrin çeşitli noktalarından konan bedava motor ve servis hizmetleri, firmaların özel çabaları ve kendi araçlarını seferber etmeleri, böyle bir fotorafı ortaya çıkarıyor ve bu haliyle bir "milli seçim" için kaba bir adalatsizlik olduğu, orya giden çocukların bile anlayabileceği netlikte, ama asıl program da tam burada başlıyor: Karşımızda, kendi çıkarı/tarafı sözkonusu olduğunda, gözünün önündekini inkar edebilen bir halk türü var.
    "Yolsuzluk meselesine ne diyorsun?"
    "Yalan!"
    "Ama yolsuzluk eskiden de olurdu, hiç mi gerçek yanı yok, belki birazcıktır?"
    "Yok, hepsi uydurma. Bak şu insan deryasına bak. Yoksa bu kadar insan buraya gelir mi? Biz Tayyib'i seviyoruz."
    Bu ifadeyi çok duydum. "Biz onu çok seviyoruz" deyip uzaklara bakanlar. Onu gerçekten seviyorlar, onu benimsemenin ötesinde bağlanmışlar ve önlerine konacak hiç bir gerçek, onları kendilerinin gerçeğinden koparamıyor, çünkü Erdoğan onlar için bu karmaşık dünyada anlayabildikleri basit dilden bir umut. Kendileri gibi. Kendileri gibi biri, yani dindar ve cahil. Evet, tam da bu. Onlar gibi her konuyu Kur'an'a indirgeyip Kur'an kursu Türkçesiyle anlatan ve konuşan ve bu haliyle kabul gören biri. "Yarın başka bir parti iktidara gelse ve iktidarı bu kadar aleni bir şekilde kötüye kullansa, o da bir milyon insanı otobüse vapura doldurup buraya getirebilir" gibi gerçeklerle değil, kendi gerçekleriyle ilgililer. Ne pahasına olursa olsun başarı, ne pahasına olursa olsun zenginleşmek, bütün bunlar, hayalleri bile olmayan fakir ve cahil halka büyük bir umut vermiş. "Okumasak da, akıllı olmasak da, laik gavurlar gibi anlaşılmaz laflar edemesek de, biz de Tayyip gibi büyük adam olabilir mişiz".  Bu mantalite, orada bulunan ve konuştuğum kişilerin sahip olduğu mantaliye. Erdoğan orada, "mazlumların savunanı" ve bu mazlumlar için bu kesin doğru ve benim konuştuğum hemen herkes, en fakir halk kesimlerindendi. Kocaman mavi gözlü kadın çay ocağında çalışıyordu. Bana "Erdoğan büyük diktatör" diye övünen ve etrafından gelen birkaç kısık sesli uyarıya aldırmayan takkeli adam Bursa'da dükkanda çalışıyordu. Beni kuşkulu bakışlarla izleyen ve kafam ütüleyen devlet memuru da az maaşlı bir yoksuldu. Silivri'den gelmiş biri manav, başka biri seyyar satıcıydı. Hepsi, Türkiye'nin en alt kesimi buradaydı ve Erdoğan'a bağlıydılar. Belki çok bağırmıyorlardı ama kendilerine yeni bir özgüven kazandıran bu adamı her şart altında destekliyorlardı.
"Biz onu çok seviyoruz."
Çok kişiden duyduğum bu sözü, ondan da duydum. Delici bakışlarıyla peçesinin ardında son derece özgüvenli otuzbeş yaşlarında bir kadın. Erzurumlu kadınlar gibi boz renklerin hakim olduğu çarşafa benzer bir bütün kıyafet giyinmişti. Eskiden kıyafetleri ve başörtüleri nedeniyle aşağılandıklarını, hangi dinden olursa olsun artık herkesin özgürce ve korkmadan yaşadığını söyledi. Erdoğan, kendisi gibi mazlumlara bir duruş kazandırmıştı ve bu yüzden ona atılan hiç bir "iftira"ya inanmayacaklardı. Kocaman mavi gözlü başka bir kadın, tepeden tırnağa siyahlara bürünmüş, yanında sohbete katılan ondokuz yaşındaki başörtülü kız, "Kapalı okuyabiliyoruz" deyince hemen anlayamıyorum, yeniden soruyorum.
"Başörtüsüyle üniversiteye gidebiliyoruz. Eskiden üniversite önlerinde dövülüyorduk."
"Gezi parkı için gösteri yapanlar da dövüldü, onlara ne diyorsunuz?"
"Onlar Paralelin ve dış güçlerin kuklalarıydı. Hükümeti devirmeye çalıştılar, başaramadılar."
Mitingde onca insana rağmen Erdoğan cühersiz, coşkusuz. Onca insandan doğru dürüst ses çıkmıyor. Erdoğan hayranları suskunlar. Arada onları bir sahne sanatçısı gibi coşturmaya çalışan "Büyük Usta"ya verdikleri yanıt da pek cılız. Aynı insan denizinin içindeyim, ama Erdoğan'ın sahne aldığı yerin önünden gelen sloganları zor duyuyorum. Konuşmayla pek ilgilenmeyen kenar ahalisi piknik havasında. Ortalara doğru ilerleyince, sarıklı sakallı genç adamlar görüyorum. Hepsi yerde sohbette. Alana hakim olan tek ortak duygu, bir tür özgürlük, piknik havası. Kimse oraya zorla getirilmiş falan gibi değil. Oysa alana gelirken yoldaki sakallı çarşaflı bir grup arasında şöyle konuşuyordu: "Cumhurbaşkanı olduktan sonra parti iflah etmez, dağılır gider." Hızlı hızlı mitinge yetişmeye çalışıyorlardı. Erdoğan'ı dinleyenlerin hepsi yeminli AKP taraftarı değil. O sıra sıra belediye otobüsünün üzerindeki Erdoğan amblemlerini görüp, "Benim vergilerimle ne hakla böyle birşey yapıyorsunuz" diye çıkışan ve sıcaktan tamamen erimek üzere olan şoförü çaresiz bırakan vatandaş bilinci burada yok. Burada vergi veren de yok zaten, öyle bir bilinç yok. Onlar, artık hakettiklerini, Alaah'ın artık onlara verdiğini düşünüyorlar, nasıl geldiğini de sormuyorlar.
Erdoğan ve taraftarlarının en büyük silahları cahillikleri. Evet. Bu masum ve cahil insanlar, "kendileri gibi" olan Erdoğan'ın şahsında talihin artık yüzlerine güldüğüne inanıyorlar. Artık, laikler tarafından horlanamayacaklar. Daha önce, kendinden saymadıkları insanların önündeki ezikliklerini "horlanmak" saymışlar ve buna inanmışlar. AKP'nin yaptığı onca asfalt ve betonla övünebiliyorlar ve hemen ekliyorlar: "Erdoğan dünya lideri, bunu da yaz!" Evet diyor "O bir diktatör adam" diyen.
    "Bütün dünyanın da lideri olacak."
    "Avrupa'nın Asya'nın da mı?"
    "Evet hepsinin."
    Peçeli kadın da şöyle demişti:
    "Avrupa'nın kölesiydik, şimdi neredeyse Avrupa bizim kölemiz olacak"
    Bunların hiçbiri doğru değil elbette. Ama cehaletin masumiyeti sizi etkiliyor ve "Mesela bir Fransız veya bir Üsrünlü Erdoğan'ı neden kendine lider istesin?"  gibi sorular soramıyorsunuz, çünkü ortada dönen başka çok önemli bir konu var: Özgüven...
Benim Geziyi gördükten sonra dikkat kesildiğim konu, Özgüven...
2012'de bir tahmin yazımda, Türklerin yeni bir özgüven kazanacaklarını yazmıştım ama bunun nasıl bir görünüm arzedeceğini bilmiyordum, bilmem de zaten mümkün de değildi. Ama bugün bu konuda çok daha çok şey söyleyebilecek durumdayız. Türklerin özgüveni, iki farklı kulvarda ilerliyor, bir birleşiklik arzetmek yerine bir tür rekabet içeriyor ve bunu da belki "kutuplaştırmak" anlamında Erdoğan'ın "nefret diline borçluyuz!"
    Erdoğan'ı sevenler toplumu, yani AKP seçmeni fakir/inançlı halk, (kendisi gibi biri olan ve "Dünyaya kafa tutan" haliyle ve yarattığı "daha iyi bir hayat" umuduyla) yeni kazandığı Özgüveni Erdoğanla ilişkilendiriyor. Bu nedenle, Erdoğan'a atfedilen yolsuzluk/hırsızlık/Roboski/vd. iddialarını görmemezlikten geliyor. Kendini ilk kez "ciddiye alınan biri" olarak hissetmenin önemi, herşeyden önemli olabiliyor. Ayrıca bu kesimin rasyonel gerçeklerle, adalet duygusu ve vicdanla da sorunlu olduğunu söylemek mümkün. "Dini söylem kullananın Allah'a otomatikman yakın" olduğu varsayımından yola çıkıyorlar ve en önemlisi, kendilerine has bir dünyaları var. Ve bu dünya bazen akılla/mantıkla/tarihle hatta dinle bağını koparabiliyor.
    Miting'den sonra, yüzlerce otobüs ve minibüs, mitinge gelenleri semtlerine doğru bedava götürmek için yola çıkarken, Boğaz'a motorların kalktığını görüp, Beykuz'a gidene atladım. Çok iyi bir seçimdi, çünkü yolda şahit olduğum sohbet ve görüntüler, en az Boğaz'ın gece manzarası kadar ilginçti. Başı takkeli, sakallı, şişman yaşlı bir karadenizli, onu dikkatle dinleyen altı erkeğe şu hikayeyi anlattı:
    "Allah c.c. yedi bin yıl secdeye dirmuş. Sonra kalkmuş ve yarattiğundan bir parça koparup üflemuş, ondan Güneş olmuş. Güneş, aydinluk olmadan hayat olir mu?"
    "Olmaaz."
    "He olmaz, sonra alemde ışik olmiş..."
    Böyle devam eden, ilkokul çocuklarının bile, "Hani burada Merkür, Venüs, Satürn falan? Başka yıldızlar da var, onları da yarattığından iki parmağıyla ayırıp göğe koymuş" falan gibi sorular sorardı. Kimse gıkını çıkarmadan dinledi ve tek kişi itiraz etmedi. Açıkcası ben böyle bir hikayeyi eski Türk mitolojisinde bile duymadım, atmasyon yani hikayeler olduğu açık, ama bir farkla: Eskiden halkın yarattığı böyle hikayeler, bir şekilde dini menkıbelere/inanca veya mitolojiye uyardı. Bunlar kesinlikle uymuyor. Yaşlı adam, "Osmanlı oluyoruz" diye hikayesine devam etti. Bütün İslam birleşecekti ve hikayeyi dinleyen herkes sırayla, "Tayyip bunu yapar" gibi reflekslerle anlatılanları tasdikledi. Ve adamın anlattıkları, AKP "büyükleri"nin anlattığından da geri bir "hikaye anlatmak"dan ibaretti. Ama bu sohbet, eşsiz bir Boğaz yolculuğu eşliğinde yapılıyordu, su ve üzümlü ekmek bedavaydı. Üzerinde partiler verilen, dans pistine sahip motor, ağır ağır, iki saatte Beykoz'a ulaşırken, yol boyunca başörtülü kızlar cep telefonlarıyla fotoraf çektiler. Fotorafını en çok çektikleri yer ne Kız Kulesi'ydi ne de Camiler. En çok Reina'nın fotorafını çektiler. Gemi sayılabilecek büyüklükteki motorda yol boyunca çalınan propaganda şarkıları arada kesilip hareketli pop tipi halk müziği çalınmaya başlayınca önce başörtüsüz iki kadın cömertçe çiftetelli oynadılar ve neşelerini başörtülü kızlara da bulaştırdılar. Bizim Karadenizli Hoca onlara arkasını dönse de, kendi aralarında hanım hanımcık çiftetelli oynadılar. Motordakilerin belki hepsinin hayatlarında ilk kez gece bir Boğaz turu yaptıkları açıkça görülüyordu.
    Türklerin edindikleri yeni özgüven, iki farklı kulvarda ilerliyor ve bunlardan biri -fakirlerinki- dünyanın gerçekleriyle (hatta gerçekle) uyumlu olmayan bir tür meydan okuma. Türklerin yükselen özgüvenine başka yabancı dostlarım da dikkat çekmişti, ama bunun en son ve dünyayla/gerçeklerle uyumlu olanının Gezi İsyanı ile görüldüğünü düşünüyorum. Eski Osmanlı hayaliyle kendince Dünyaya kafa tuttuğunu sanan ve buna kendi hayal dünyasında inanan bir fakir Türkiye var, bir de "artık gerçek bir demokraside yaşamak istiyoruz" diyen ve bunun için ölümü göze alan bir eğitimliler Türkiyesi. Bu iki eğilim de özünde bir yeni Özgüven patlamasının farklı ifadeleri ve birbirlerini anlamaktan -hatta birbirlerine katlanmaktan- uzaklar malesef.
    Dünyayı takmadan, dünyanın genelinden farklı bir hayalin peşinden giden -ama gerçekle örtüşmeyen bir özgüven...
    Dünyada varolanın en iyisini isteyen ve gerçekleşebilir bir hayalin peşinden giden bir özgüven...
    Yeni Türk özgüveninin bu iki bileşeni biryerde birleşebilir mi? Bunun mümkün olacağını düşünmek istiyorum. Erdoğan gibi neoliberal faşizan bir politikacının "Fakirlerin koruyucusu" sayılabilelmesi, sadece varsıldan toplayabildiği vergilerle halkın (eski) fakirlerini nemalandırması ve nemalandıramadıklarına da nemalanma umudu sunmasından kaynaklanıyor. Ortada dönen haksızlık, hukuksuzluk, hırsızlık da bu seçmenleri pek ilgilendirmiyor. Esas olan, Erdoğan rejimi sayesinde edindikleri özgüvenlerini koruyabilmek. Yani yolsuzluk iddialarının halkta pek karşılığının olmamasının korkunç bir nedeni var. İnsanlar, kazandıkları özgüvene, tüm hakkı/hukuku (hatta dini) kurban edebiliyorlar malesef.