Çinlilerin 21'inci yüzyılda Çin tasavvuru ve Çin'i anlamaya çalışmak

Çocukluğumdan beri ilginç bulduğum bir yerdir Çin. Uzak, farklı, masalsı... Solcu olunca Mao üzerinden de -az ilgilenmedim. Yukarıda, Çin'li bir dostumun gelecek yıl beni ille de götürmek istediği Guilin tepelerini görüyorsunuz. Gerçek bir olaydan alıp kurguladığım bir hikayenin üçüncü bölümünün geçtiği yer. Ben Çinlilerin mutfağına bayılırım. Evimde yemek yerken Fransız çatalı yerine Çin çöpstikleri kullanırım. Sevdiğim Çinli figürleri, Çin edebiyatını, sanatını, kültürünü, spiritüelliğini, tarihini, orijinalliğini falan anlatmaya kalksam, bu yazı, asıl konuya girmeye fırsat bulamadan biter. Ama ben o kadar uzun yazmaktan yana değilim!
Konuya en kolay yerinden yaklaşıp, "Çin ABD'yi geçiyor, dünyanın bir numarası oluyor" diyebilirdik. Tabii Çin'in yükselişi, Batıdan aparma böyle yorumlardan farklı renkler taşıyor ve o farklı renklere alışılsa iyi olur. Çinlilerin yarışa, Amerikalıları geçmeye, pek niyetli olmadıklarını bilmiyoruz, -yakın zamana kadar ben de bilmiyordum açıkcası. Çin'in yükselişi daha farklı ve bu fark, bir kalite/nitelik farkı. Elbette öğreneceğiz. Çin, ağır, ama sağlam gidiyor. Dünyanın ne ekonomik ne de kültürel alanda bir numarası. ABD ile kurduğu simbiyozu öyle işletiyor ki, sistemin merkezi ve bağımlılık ilişkilerinin avantajlı tarafı, giderek Çin oluyor.
Ben burada, eski Kong Fuzi (Konfiçyüs) değerlerinin 1970'li yılların sonundan beri nasıl bir rönesans yaşadığından dem vurup, Çinlilerin "Uyum" anlayışından ve geleceğe doğru işleyeceğini düşündüğüm pozitif değerlerinden söz edecektim, ama konuyu biraz değiştirip, Çinlilerin kendi ülkeleri hakkında nasıl bir gelecek tasavvuruna sahip olduklarını -kapı aralığından da olsa- göstermeye karar verdim. Fikrimi değiştirmeme neden olan kişi, Ekonomist David Li. Geçen yıl Niell Ferguson, Henry Kissinger ve Freed Zakaria ile birlikte bir açıkoturuma katılmıştı. Açıkoturumda konuşulanlar kitaplaştırıldı, ben de o kitabı aldım ve burada ondan kısaca bahsettim, ama kitabın tamamını okumamıştım. Burada Çin hakkında yazmayı düşününce, elimdeki en güncel kitabı okumak istedim ve orada David Li'nin konuya yaklaşım biçimi, düşünce tarzı ve tasavvuru dikkatimi çekti. Batılı üç entelektüelin arasında, onlar kadar İngilizce konuşan ve Batı kültürünü, düşünce biçimini kuşkusuz iyi tanıyan birinin, Batilılarla Batılı normlarla konuşurken, kendi Doğu değerlerini de konuşmasına yansıtabilmesi, bence özellikle Türkler için önemli bir örnek teşkil ediyor. Birbirini yemeden konuşamayan Türklerin, hem evrensel normlarda tartışıp hem de kendi kültürüne ve düşünce biçimine sadık kalan David Li'den öğreneceği çok şey var.

Maya takvimine göre "Evrenin Merkezi Tanrı"nın yaratıcı gücü ve Onun bilimsel keşfi

Eski Çin kaynaklarına göre Xiongnu (Hunlar) ve diğer göçebe kavimlerin inancının temeli, "Var Olan Herşey ile uyum içinde olmak" diye özetleniyor. Sürekli hareket ve değişim/dönüşüm içindeki hayatın/evrenin hareketini anlamaya yarayan 'Dönüşümler Kitabı' Yi Ching'in 64 Hexagram'ı da, bu sonsuz hareketin bilgisi/bilimi olarak okunabilir. Yi Ching'deki düalizmin Yin ve Yang (Dişi ve Eril) güç arasındaki karşılıklı etkileşim şeklinde yorumlandığını biliyoruz. Birbirini tamamlayan, bir spiral gibi dönen Yin-Yang işareti, göçebelerin bu kadim öğretisinin özüdür. Ama gene Çin kaynaklarına göre tüm göçebe kavimler, "Göğün Tek Tanrısı"na inanırlar ve ona "Köke Möngke Tengri" derlerdi (Sonsuz Gök Tanrı). Buradaki "Sonsuz" (Möngke) kavramı, hem mavi gözyüzünün heryerde aynı olmasına atıftır, hem de "Varolan Herşeyi Kapsayan" anlamındadır. Kadim göçebe geleneğin Tanrı tasavvuru, hem herşeyle ilişkilidir ve herşeyi içerir, hem de tektir ve Gökyüzündedir. Hem heryerde, hem gökyüzünde. Bu tasavvurun çok benzerini, Maya'larda da görüyoruz.

"Evren'in Yaratıcı Tek Merkezi"
Maya'lar Tanrı için, "Var olan herşeyin Ortası/Merkezi" anlamına gelen "Hunab Ku" sözcüğünü kullanıyorlar ve Tanrı'yı soyut değil somut bir varlık olarak tarif ediyorlar (Aztek'ler de Ometecuhtli diyorlar). Maya kosmolojisinde Hunab Ku aynı zamanda "Yaratıcı Tek Tanrı"dır. Bu tarifte hem "Orta" hem de "Merkez" anlamı bulunduğundan, ikisini birlikte kullandık. Maya'ların anlamlandırdığı haliyle Orta/Merkez, hem Galaksinin merkezidir ve bu anlamda somuttur, hem de her insanın 'Ortası' ile bağlantılıdır. Bu 'Orta', astral bir ruh bedeni olarak tasavvur edilir (İnsanın Tanrı ile bağlantılı olduğu bu 'Orta' hakkında en detaylı tarifler, eski Hint kaynakları Brahmanas ve Upanişadlar'da bulunur).
Galaksimiz 300 milyar kadar yıldızdan oluşuyor (o yıldızlardan biri de Güneş'tir). Oldukça yeni veriler/teoriler, bu üçyüz milyar yıldızın ve güneş sistemlerinin, bir merkezin etrafında döndüğünü gösteriyor. Maya'lar, bu Merkez'e Hunab Ku diyorlardı ve gizli Maya takvimi Tzolkin, o Merkez'in yerini de hesaplamıştı. Tzolkin'e göre Güneş Sistemimiz, Hunab Ku etrafındaki bir tavafını 25.625 yılda tamamlıyor. (Tzolkin bu süreyi, 5.125 yıllık beş döneme ayırır). 
Bütün güneşlerin, varolan bütün herşeyin, birer gezegenler yumağı halinde bir tek Ortanın/Merkezin etrafında döndüğü düşüncesi ve bunun kanıtları oldukça yeni. Galaksi'nin merkezi, Akrep yıldız kümesiyle Yay yıldız kümesi arasındadır. Astronominin son bulguları, bu Merkez'in bir kara delik olduğu yönünde. Konu henüz "bilimsel" bir kesinliğe sahip değil.
Maya'ların Hunab Ku diye adlandırdığı Evrenin Merkezi, yaratıcı özelliğe sahip ve Maya'lar Hunab Ku'nun bu özelliğini, bir ışına bağlıyorlar. Diğer yandan, eski mitolojilerde adından söz edilen "Yıldırım kılıcı" (veya mızrağı), bu ışınların işlemesi konusunda daha doğru bir tasvir çiziyor olabilir.
2007-2008 döneminde Pluto (aslında bir mini gezegendir), Dünya'dan bakıldığında tam da Evrenin tahmini Merkezi'nin bulunduğu bölgenin üzerinden geçerken bir tür büyüteç/mercek işlevi görerek, daha uzaklara bakmaya ve ölçmeye olanak sağladı. 1967'de, adına kısaca GRB (Gamma Ray Bursts) denen ışınlar keşfedilmişti ve bu ışınlar muazzam enerji içeriyordu, bir şimşek/yıldırım gibi peydahlanıyor ve sadece birkaç saniyeliğine ölçülebiliyorlardı. 2008 yılında, "Gamma Şimşeği" de denen ve her türlü tasavvurun üzerinde yoğun enerji taşıyan bu ışınların, Evrenin Merkezi'nden Dünya'ya ve Güneş Sistemimize fırlatıldığı anlaşıldı. Dikkat çeken yan, bu ışınların, özellikle üzerimize gelmesi, başka yere gönderilmemesiydi. Yoğunlaşan GRB Işınlarının Güneş sisteminde değişiklikler yaptığı ise zaten biliniyordu, ama ışınların nereden geldiği bilinmiyordu -artık biliniyor. Işınlar, Maya'ların Hunab Ku dediği Evrenin Merkezinden geliyor.

Kapitalist düşünme/yaşama biçiminin iflasından, Postkapitalist Düşünme Biçimi'ne

Bir çağ sona eriyor ve 'Akılcı/sorgulayan Sol' anlayış -sadece o- yeni Çağın kurulmasında başrol oynayabilecek gibi görünüyor -ama 'Ezberci/ortodoks Sol' değil elbette.
"Sömürü", "İşçi Sınıfı", "Emperyalizm", "Sosyalizm" gibi içi boş eski kavramla idare etmek artık hem mümkün değil, hem de eski kavramlarda ısrar etmek, insanlığa haksızlık. Sol, insanlığa karşı sorumluluğunu unutmamalı. Şimdi eski klişeleri terketmenin, birçok şeyi yeniden okuyup değerlendirmenin (ve dünyayı yeniden kurmanın) zamanı. Sol anlayışlar, yeni bir dünya kurmak için gereken yaratıcı çabanın omurgası olabilecek altyapıya sahip. (Tabii önemli eksiklikleri de var)
Kapitalizm Çağı kapanıyor. Dünyada yaşanan "ekonomik" kriz, sadece ekonomik kriz değil, bir düşünce biçiminin krizi, bir yaşama biçiminin krizi, kısacası 'İnsanoğlunun/İnsankızının krizi. Ve bu (sosyal/ekonomik/psikolojik/ruhsal) çok boyutlu kriz, kendi çözümüne doğru ilerliyor. Sürdürülmesi imkansız hale gelen sistem çöküyor. Çöküşü ya seyreder, fena yakalanırsınız, veya onu çözümleyip anlar, değişim/dönüşüm istikametinde hareket edersiniz, ve bu devasa değişim/dönüşüm dalgasının üzerinde sörf yaparsınız!
İstikamet, sistemin öyle veya böyle ortadan kalkması ise (ki bu yazıda en kısaca kategorik nedenlerini göstermeye çalışacağım), en azından Solcuların sistemi iyi anlaması ve onu aşmak için bilinçli ve akıllı bir çaba göstermeleri beklenir -en azından ben beklerim. Burada "Devrim Yapmak" falan gibi eski idealist (ama benim çok sevdiğim) heyecanlardan söz etmeye gerek yok. Devrim kendiliğinden oluyor, sistem kendi kendini bitiriyor. Mesele, bunu iyi anlamak ve işçi-patron-beyazyakal-aydın-sanatçı-işsiz-öğrenci demeden, herkese göstermektir. Sistem, yekpare bir bütün. Herkes, aynı sistemin içinde yaşıyor ve sistem çökerse herkes onun altında kalır -herkes. Sistemi aşmak da bir birliktelik/ortaklık/koordinasyon gerektiriyor ve bunun için de globalleşmenin olumlu yanlarını kullanmak gerekiyor (internet, sosyal medya, globak ölçekte kristallenen yeni Evrensel Etik, İnsan Hakları vs.). Herkesin her an, dünyanın neresinde olursa olsun birbiriyle haberleşebildiği, insanlığın tamamının anlık tepki verebildiği bir dünya oluştu. Sistemi aşıp yenisini kurmak için fevkalade önemli -çünkü mecburî istikamet! Kapitalist sistemi artık ne savaş, ne de barış kurtarabilir. Bunun nedenini bilirsek, daha gerçekçi davranabilir, (bence 2008'de başlamış olan) 'Postkapitalist Dönem'in şartlarına daha kolay uyum sağlayabiliriz ve belki (2024'de başlayacağını tahmin ettiğim) 'Barış Çağı'nı daha kolay tasavvur edebiliriz.

Kapitalist Sistem'in sonu...
2008'de başlayan Sistem Krizi, Kapitalizmin hızla sürdürülemez bir noktaya ulaştığını gösterdi. Şundan:
1. Kapitalist sistemin özelliği, insanların günlük yaşamlarının merkezini/odağını, "Üsretli iş"in oluşturmasıdır. Dünya tarihinde herkesin (ücretli) "çalıştığı" ve herkesin kendini "yaptığı iş" ile tanımladığı, Marx'ın "Arbeit" (Ücretli iş) diye bir ad verip küçümsediği (ama Türklerin "Emek" adı verip kutsadığı!) kapitalizm gibi bir dönem/devir asla yaşanmamıştır -"köleci toplum"da bile...
Kapitalist sistemin özünü, ücretli iş bağlamında üretilen -iş saati ve ücreti (yani para) üzerinden tanımlanan- "Meta" (Marx'ın deyimiyle "Ware") oluşturur. Karl Marx'ın ünlü 'Das Kapital' kitabının giriş bölümü bu konuya ayrılmıştır, çünkü bu, Kapitalizmin kök-molekülü, yani kendi kendini üreten özüdür.

Dinleri de kapsayan bir 'Evrensel Seküler Etik' hakkında

Konuya bir önceki yazımızda da değinmiştik. Bütün dinleri hem kapsayacak hem de onların üzerinde yer alacak evrensel bir etik, neden 'Seküler' oluyor, neden böyle 'dindışı' tınıya sahip bir sözcük seçiyoruz? Bunun nedenini anlatırken, Dalai Lama'nın argümanlarıyla başlayıp, -Türkiye'ye de atıfta bulunarak- kendi yorumumu da sunacağım. Bu ikinci yazıda, Etik denen şeyin insan doğasıyla ilgili birşey olduğunu yazmak yerine, konuya daha farklı bir yerden yaklaşarak, Etik denen şeyin akılla ilgili olduğu üzerinde duracağım. Etik, akıldan ayrı düşünülemez. Yani gökten zembille inmemiştir, birden sihirli bir dokunuşla elde edilmez. Etik, ancak gerçekçilikle doğrudan ilişkili/uyumlu (compartible) olmak zorundadır. Akıl, gerçekçi bir şeydir. Bunun anlamı, esasen rasyonel temele oturmasıdır (ama modern dünyanın sandığı gibi bundan ibaret olmamasıdır). Aklın gerçekle ilişkili/uyumlu olması, 'Bilinç' dediğimiz şeyin temelini oluşturur. Kurduğumuz hayaller bile -ne kadar uçuk kaçık da olsa- bir yere kadar inandırıcı ve eğlendirici olabilmek için gerçeklikle uyumlu olmak zorundadır. Aklımıza belli bir düşünme biçimini ve neden-sonuç ilişkilerini, hatta onun ötesindeki (Zen Budizmde örneklerini gördüğümüz) "Düşünmeden düşünmek" biçimlerini (bu ayrı bir yazı konusudur) veren şey, gerçekçiliktir. Çünkü düşünmek ve karar vermek, hatta tasavvur etmek ve duyumsamak için, bu temelden yola çıkmak zorundayızdır -bu durum tüm insanlar için geçerlidir.
Etik, ancak belli bir amaç istikametinde verdiğimiz kararlar aşamasında işler. "Etik davranıyor muyuz?" Bu sorunun ilk açılımı, "iyi davranıyor muyuz, insanların yararına -onları düşünerek- davranıyor muyuz?"dur. Bu en genel yorumda, "İyi davranmak" konusu, en başta, içinde bulunulan durumu 'Anlamak'la başlayan bir konudur.

Batı Sekülerizmine karşı alternatif Doğu Sekülerizmi ve Hindistan örneği

Dalai Lama'nın önerdiği ve tartışmaya başladığı 'Seküler Evrensel Etik', onun Hindistan'dan esinlendiği bir şey. 21 Aralık arefesinde Dünyada ilginç bir yarılma yaşanıyor. Bir tarafta kısıtlı/sınırlı/yasakçı/katı bir dinciler Kuralcılığı "Etik" diye dayatılıyor, öbür yanda da evrensel bir Etik anlayışı yayılıyor ve sağlamlaşıyor. Evrensel etik anlayışının işleyebilmesi, belli bir seküler yaklaşıma bağlı. Bu yeni tip seküler yaklaşım, Tanrıyı/kutsalı reddetmeyen bir yaklaşım.
Hindistan'a özgü Sekülarizm, Dalai Lama'nın da değindiği gibi, çok eski ve köklü bir 'Tolerans Kültürü'nden besleniyor. Bu kültürün ilk kuralı, çok kültürlü toplum anlayışını doğal birşey saymak -ki Asya'nın bütün ülkeleri, çok kültürlü/dilli/dinli toplumlardan oluşur. Bu konuda Hintlilerin artısı (ve şansı), çok kültürlülüğü, Neoliberal döneme kadar, -özgün bir laik sistem içinde- yaşatmış olmalarıdır. Malumunuz kapitalizm, kültürel homojenleşme dayatan bir doğaya sahiptir.
Hint sekülerizminde temel ilke, çok eski kutsal metinlere (mesela Upanişad'lara) kadar uzanan "Sarva dharma sambandham"dır -yani "Bütün dinler eşittir."
Bütün eski uygarlıklar, esasen din temellidir. Hindistan ise, tüm dinlerin büyük bir tolerans içinde yanyana yaşaması konusunda dünyaya örnektir. Hindistan, 13'üncü Yüzyıldan 19'uncu Yüzyıla kadar Müslüman Mogullar tarafından yönetiliyordu ve o zaman da (öncesinde de) Hindistan'ın yönetici elitleri -hepsi aynı dinden- homojen bir dinsel yapı oluşturmadılar. Devlet yönetiminde her zaman, her dinden insan yeraldı.
Hindistan'da dinlere (ve kastlara) göre ayrılan halk gruplarının hayatı önemli ölçüde din tarafından belirlense de devlet, geleneksel olarak bunlara eşit mesafede duran bir kültürle yönetilir. 1980'lerde başlayan son neoliberal dönemde Hint usulü Doğu Sekülarizmi, aynı Türkiye'deki gibi, dinci kesimlerin (ve sonra devletin), saldırıları sonucu bozulmalar yaşıyor.
Dalai Lama, boğuna Hint Sekülarizmini övmüyor. Özellikle Türkiye gibi -Batı tipi- sekülerliği dinci saldırı altına giren ve dolayısıyla otamatikmen demokrasisi bozulan ülkeler, yeni bir Evrensel Etik kurulması aşamasında, din ile barışık Hint Sekülarizmini öğrenmek zorundalar. Neoliberal kapitalizme özgü dinci saldırıyı bertaraf etmenin en sağlıklı yöntemi bu. Özgün Hint Sekülarizmi hakkında çok uzun bir makalesini okuduğum Rajiv Bhargava, (Die Unverwechselbarkeit des Säkularismus in Indien) Batılı ülkelere bile, Hint Sekülarizmini öneriyor -ve haklı yanları çok!  

Dinleri dışlamayıp, onların üzerinde yer alan yeni 'Evrensel Etik' hakkında

Eski Maya kaynaklarının 21 Aralık 2012'de başlayan "Yüksek bir varoluş seviyesiyle senkron hale gelmek" dönemi diye ifade ettiği yeni bir "Evrensel Bilinç" seviyesine sıçramak konusundan bahsetmeyi sürdürürken, Dalay Lama'nın son kitabındaki önemli önermeleri de konuşmalıyız. "Rükkehr zur Menschlichkeit" (İnsanlığa dönüş) kitabının bizi ilgilendirebilecek bölümlerinden yola çıkarak, Teist dinlerden Teist olmayan dinlere kadar ve artık dinden uzaklaşmış insanlar da dahil olmak üzere, tüm insanlara spiritüel bir temel sunmak mümkün mü?
Bu soruyu soran Dalay Lama, çok doğru yanıtlar veriyor ve bir "Temel Etik" öneriyor; dinle veya din olmaksızın da işleyen bir Etik.
Global bir dünyada yaşamamızın ve bir tıkla internetten anında herkese ulaşabilmemizin, gizli Maya takvimi Tzolkin'de, Son Baktun için hesaplanmış, beklenen bir gelişme olduğunu biliyoruz. İnsanlık, süreç içinde bir bütün haline geldi. Dünyanın insan eliyle hızla, yaşanılır bir yer olmaktan çıkarılışına karşı çıkmak ve onu elbirliğiyle kurtamak mantalitesi yükseliyor. Artık herkesin bildiği ve dile getirdiği üzere, insanlar, ruhsal iç değerlerinden çok maddi dış değerlerini ciddiye alıyorlar -idi. Şimdi bu değişiyor. Ve bu değişimin çeşitli ifade biçimleri var. Artık iyice anlaşıldığı üzere, ruhsal/iç (yüksek) değerler olmadan, en detaylı yasalar bile bir işe yaramıyor.
Asıl sorun, devletlerin işlemesiyle falan değil, insanın/bireyin işlememesiyle ilgili...
Ruhsal/iç (yüksek) değerler sadece bir tek dinden kaynaklanmıyor, çünkü bir tık ötemizdeki insanlar, o dinin sunduğu değerler sistemini kabul etmiyorlar. Ya başka bir dinin değerlerine inanıyorlar veya dinlere de inanmıyorlar. Mesele hangi dinin veya dinlarin doğru olduğu meselesi değil. Herkes kendi inancını sürdürebilir, insanların ruhsal dengeleri için bunu elzem de görebilirler. Ama insanın ruhsal dengesini saülaması ve mutlu/huzurlu olması için ille de dindar/inanan biri olması gerekmiyor. Ayrıca inancın da binbir türü var. İnsan farklı dinlerden birine inanabilir, veya hiç inanmayabilir. Dinsiz yaşanabilir, ama Etik/Ahlak ve ruhsal/iç (yüksek) değerler olmadan yaşanamaz...
Genel Etik kurallar ve her insanın bildiği iyilik/güzellik/vd. ortak değerler, internetin birbirine bağladığı dünyada -dinler ötesi- global bir değerler bütününü şimdiden oluşturdu. Hiçbir dinle çelişmeyen bu ortak Etik değerlere daha dikkatli bakmalı ve onları iyi anlamalıyız. Zira 21 Aralıkla sembolize edilen büyük Senkron için bu ortak yüksek değerler temeli, yeni bir ruhsal sıçramaya uygun atmosfer sağlayabilir.
Sadece bu kadar da değil elbette. İnsan'ın yüksek değerlere neden ihtiyaç duyduğunu somut bir şekilde (burada) göstermeliyiz. Yüksek değerlere yönelmek, kuru bir tercih değildir ve bazılarının sandığı gibi bir lüks de değildir. Yüksek değerler, insanın kendini daha iyi hissetmesiyle ilgilidirler. Eskilerin deyimiyle, "her insan acılardan uzak durmak ve mutluluğa yakın olmak ister". İşte bu nedenle, evrensel yüksek değerler, en başta bir zorunluluktur ve bu değerlerin ille de belli bir din üzerinden tarif edilmesi -artık- gerekmez.
İnsanlar dinsiz yaşayabiliyorlar, ama ahlaksız yaşayamıyorlar. Bu önemli konunun, özellikle ahlaksız/küfürbaz "Müslümanlar" sorunundan muzdarip Türkiye için özel önem arzettiğini düşünüyorum.

Ücretli iş mecburiyetinin olmadığı antik çağlarda iş anlayışı

Eski ortodoks Sol klişelerdendir, "İlkel Toplum"dan sonra "Köleci Toplum" gelir, derken "Feodal Toplum" gelir, sonra "Kapitalist toplum..." Tabii tarih hiç de böyle basit klişelere uymaz. Eski Avrupa merkezci düşünceler, dünyanın her köşesindeki sosyoekonomik gelişmelerin Avrupa'daki gibi olması gerekiği önyargısından yol çıkardı. Bu düşünceler terkedildi, ama ortodoks Sol ve o teorileri kullanmaya devam edenler, bu klişelere "değer" vermeyi sürdürüyor. Ücretli çalışmayı dünyanın en doğal şeyi sayan modern insan, kölelerin, gece gündüz çalışıp, kamçılana kamçılana can verdiğini ve Feodal toplumun da kölelikten kurtuluş gibi "ileri" birşey olduğunu sanıyor. Hiç de öyle linear bir "gelişme" çizgisi yok oysa. Ayrıca bugün Amerikan filmlerinden tanıdığımız türde -dünyanın her yerinde aynı prensiplere sahip- bir kölelik de yok. Köleliğin en bariz sosyal faktör olduğu eski Roma toplumunda bile kölelik, ancak belli bir süre için geçerliydi. Köle doğup köle ölen çok azdı. Bir zanan sonra köle özgür kalıyor veya daha az çalışıyordu. Mesela Roma'da en sıkı köleler bile haftada en fazla beş gün çalışıyorlardı. Onlar da, tıpkı imtiyazlı diğer "vatandaşlar" gibi boş zamanlarının tadını çıkarıyorlardı. Ve en önemlisi, iş anlayışı da, işe bakış da, bugünkü iş anlayışından tamamen farklıydı. O çağlarda ölümden bile daha kötü sayılan şey; başkalarının iradesine tâbi olmaktı ve özgür iradesiyle hareket edememekti. Köleler, ölümden de beter sayılan böyle bir durumda sadece bir süreliğine yaşıyorlardı. İnanmak kolay değil ama, eski çağın köleleri, bugünün işçilerinden daha özgürdüler.

Özgürlük, 'Ücretli çalışmak' zorunluluğundan kurtuluş ve ötesi

Bugünün dünyasında çalışmamak, işsizlik, insanlar için özgürlük anlamına gelmiyor. Tam tersine. İşsizlik, insanın toplumdaki itibarını düşürüyor, hatta işsiz insanlar kendilerini değersiz hissediyorlar.
İnsanları iş üzerinden tarif eden bir toplumda bu normal sayılabilir -ama asıl normal olmayan, toplumların insanları işlerine göre değerlendirmesidir. Burada "İş" derken, eski zamanlarda anlaşılan ve Karl Marx'ın da farklı bir ad taktığı "Doğal uğraşılar"ı değil, günde sekiz saat boyunca (veya para karşılığı belli bir disiplin içinde) yerine getirilen, amacı başkaları (veya piyasa) tarafından belirlenmiş "İş"i kasdediyoruz. Marx'ın "Arbeit" adını verdiği "ücretli abstrakt iş", tarih boyunca insanın eylediği çeşitli uğraşılardan farklıdır. Bu "iş" türüne dikkat çekmemiz ve onu diğer "doğal uğraşılar"dan ayırmamız gerekiyor. Doğal uğraşı, paraya endekslenmemiş işlere deniyor. İnsanın evinde yemek yapması böyle bir "doğal uğraşı"dır (Marx'ın tarif ettiği) "iş" değildir.
Günümüzde yaratıcılık bile, ücretli iş şeklinde tarif edilmiştir ve esasen tüketime hitab eder hale getirilmiştir. O halde, 21 Aralık sonrasının Dünya'sında, 'Yeni Çağ'da özgürlüğün ilk elementar ifadesi, (para için) çalışmak zorunluluğundan kurtulmuş olmaktır diyebiliriz.