Robert Kurz'un ardından...

Frankfurt'daki Sol ve Yeşil entelektüellerinin takıldığı Ypsilon kitabevinde keşfedip kitabevinin kahvesinde yutarcasına okuduğum bu Marksist düşünürün, hayatıma daha önce de girdiğini sonradan öğrendim. Üniversite öğrencisiyken, onun grubunu da, çıkardıkları dergiyi de bilirdim. Ama o dönemde adını hiç duymamıştım. KABD Grubunun eski lideriydi. Ses getiren ilk kitabı, "Modernleşmenin Çöküşü" (Kollaps der Modernisierung) 1991'de yayımlandı.
Yıl 2003. ABD Irak'ı işgal etmek üzereydi. Onun kitaplarını keşfetmiş, onun gibi birinin yaşadığını ve Solculuğu bırakmayıp devam ettirdiğini, hem de öyle-böyle değil, Marksist düşünceye yeni bir yön verdiğini görünce, onu arayıp Nürnberg'de buldum, yazıştık...
Onunla yaptığım söyleşi, daha sonra Yarın dergisinde yayınlandı.
Robert Kurz, 1943'de Nürnberg'de doğmuş.
Hayata veda etti...
Radikal bir Solcu, sözün tam anlamıyla Marksist bir düşünürdü. Ve bir düşünür olarak bu sıfatı, adına "Marksist usta" denen ve resmi profilden basılan birçok Sol devrimciden daha çok hakediyordu. Robert Kurz, (Moishe Postone ile birlikte) Marksizmi yeniden tarif edip kapitalizmi bugüne göre tarif etmiş en önemli düşünüdür. Onda beni en çok etkileyen, "Artık devrimciliği bıraktılar" diye düşündüğüm eski Solcu "abiler"in çizdiği hedonist/betonist yola asla girmemesidir ve 'Krisis' grubunu kurarak kuramsal çok önemli yazılar ve kitaplar yazmasıdır. Ernst Lohoff ve Norbert Trenkle ile birlikte 1999 Haziranında yazdığı "Çalışmaya Karşı Manifesto", Türkiye'de hiç tanınmamasına rağmen dünya Solu tarafından benimsenmiş, önemli kuramsal temellerdendir (Manifesto'nun giriş bölümünün Türkçesini bu blogda okuyabilirsiniz) Robert Kurz, eski ertodoks Sol düşüncenin kısır/yanlış yanlarının aşılması konusunda önemli katkılar yapmıştır. Günümüzde onun açtığı yoldan devam edenler artıyor.
Robert Kurz'un, Avrupalı Sol entelektüel çevrelerin de ötesinde bütün dünyada tanınması, "Kapitalizmin kara kitabı" (Schwarzbuch Kapitalismus) adlı dev eseriyle oldu. Çok çetrefilli bir dile sahip olan Robert Kurz, terminolojiye yeni kavramlar da kazandırmıştır. Bunların bazılarını, bu blogu okuyanlar bilirler. O terimlerden en önemisi, "Wertkritik" (Değer eleştirisi) diye adlandırdığıdır. Kapitalist değer sistemini Marx'a dayanarak yeniden inceleyen ve sistemin moleküllerine kadar nüfuz eden bir açıklama girişimini, Marx ve Engels'ten bu yana hiç kimse bu ölçü ve derinlikte yapmamıştı. Daha sonra Krisis'ten ayrılarak, aynı stilde 'Exit' teorik dergisini çıkaran Robert Kurz ile, kapitalizmin tam da çökmekte olduğu bir dönemde çok önemli eleştirel bir düşünür kaybedildi. Ama onun yolundan devam edenler, düşünmeye devam ediyorlar. Ernst Lohoff ve Norbert Trenkle Krisis'i çıkarmaya devam ediyorlar. Birlikte yaşadığı eşi Roswitha Scholz, kapitalizmin erkek kodlarını gösteren çok önemli bir teori kurdu. Amerikalı Moishe Postone yeni bir kitapla kapitalizm eleştirisine yeni katkılar yaptı. Gene kısmen aynı teorilere yaslanan David Graeber, Occupy Wall Street hareketinin beyni olarak borçlar hakkında entelektüel çevreleri ayağa kaldıran bir kitap yazdı. Mücadele sürüyor ve inanın etkisi oluyor. 2003'de Robert Kurz ve Norbert Trenkle ile yazışırken, "Çalışmaya karşı manifesto"da savunulan fikirleri savunan hiç kimse yoktu. Bugün bu fikirler, enteletüel çevrelerin büyük bölümünde kabul ediliyor ve sayısız kitapta dolaylı olarak savunuluyor. Robert Kurz, benim Marksist Sol konusunda uğradığım derin/büyük hayal kırıklığıma son veren adamdır. Onu İstanbul'dan saygı ve sevgiyle selamlıyorum...

Türkiye'nin yükselişi ve zorlayıcı zaman kalitelerine uyum sağlamak

Türkiye'yi baskı altına alan ve harekete geçmesini dayatan etkiler, ülkeyi zorluyor. Böyle durumlarda en doğru tutum, yapılmak zorunda kalınan hareketlerin 'Yapıcı' olmasına özen göstermektir.
Türkiye, gelecekte önemli görevler üslenmesi gereken bir ülke. "Önemli görevler" deyince akla, Türkiye'nin emperyal bir ülke olması/olacağı gelmemeli. Güç, hele günümüzde, asla askeri güç demek değildir. Bunu iyi anlamak gerekiyor. Şimdi en büyük güç, sözünün eri, barışçı, insanlara huzurlu bir hayat vaadedebilen, kültürel çekim merkezi olabilecek kapasitede bir yer olmakla ilgilidir. Clausewitz tipi endüstriyel savaş devri 11 Eylül 2001'de sona erdi. Artık siber savaştan ve bilgi savaşından bahsediyoruz. Şimdi en büyük güç, dürüst olmak ve evrensel insani değerlere sahip çıkmaktır. Karışmakta olan dünyada, gerçek olan birşeylere olan ihtiyaç, hiç olmadığı kadar yüksektir ve sahici anlamda iyi/doğru olmak, gerçek bir güç haline gelmektedir. Bunu iyi anlayanlar, karışan dünyada yıldızlaşacaktır. Ama sinsi, kurnaz ve çıkarcı anlayışlar, güven vermeyecektir.
Türkiye, bir yükseliş devrinin eşiğinde bulunuyor.
Bu devrin kalıcı olması ve dünyada yıldızlaşarak sempati toplaması, zorlayıcı olaylar karşısındaki tutumuna bağlı.

Çalışmaya Karşı Manifesto / Ayrımcı neoliberal toplum

2. Ayrımcı neoliberal toplum

İşgücü denen malın başarılı satışı bir kural olmaktan çıkıp istisna haline gelince; irrasyonal soyut 'ücretli emek' kavramına odaklanmış bir toplum da, zorunlu olarak sosyal ayrımcılık eğilimleri geliştiriyor. İş-kampının partiler ötesi tüm fraksiyonları, bu mantığı gizlice kabul ediyorlar ve buna kuvvetle destek oluyorlar. Toplumun gittikçe daha geniş kesimlerinin bir kenara itildiğini ve toplumsal yaşamdan dışlandıklarını tartışmayıp, sadece bu ayrışmanın nasıl kamçılanarak hızlandırılması gerektiğini konuşuyorlar.
    Neoliberal fraksiyon, kirli sosyaldarvinist iş faaliyetlerini güvenle, piyasanın “görünmeyen eli”ne devrediyor. Böylece, rekabete ayak uyduramayanları sessizce marjinalize etmek için sosyaldevlet ağları sökülüyor. Globalleşmenin 'Sırıtkan-kazananları-
kardeşliği'ne dahil olanlar, sadece onlar, insandan sayılıyor. Gezegenin bütün kaynaklarına, amacı sadece kendi çıkarı olan kapitalist makine tarafından açıkça el konuyor. Buna uygun olarak kâr getirecek şekilde mobilize edilemeyecek durumda iseler, o kaynakların hemen yanında bütün kitleler aç bile kalsa, kaynaklar âtıl vaziyette bırakılmak zorundalar.

Çalışmaya Karşı Manifesto / Ölü emeğin hükümdarlığı

Krisis grubunun "Çalışmaya Karşı Manifesto"su çevirisini, bir önsöz eşliğinde bir kitapçık olarak okuyabilirsiniz. Birinci bölümün elden geçirilmiş versiyonunu sizlerin bilgisine sunuyoruz. 

 1. Ölü emeğin hükümdarlığı

Topluma bir ceset hükmediyor -'Ücretli emeğin cesedi. Dünyanın dört bir yanındaki bütün güçler, bu hükümdarlığı savunmak için birleşmişler: Papa ve Dünya Bankası, Tony Blair ve Jörg Haider, sendikalar ve işverenler, Alman çevrecileri ve Fransız sosyalistleri. Hepsinin anladığı tek slogan: Emek, emek, emek!

Düşünmeyi henüz unutmamış olanlar, bu tavrın ne kadar temelsiz olduğunu kolayca anlarlar. Çünkü ücretli emeğin hükmü altındaki toplum, geçici bir kriz yaşamıyor, kendinin en son kesin sınırlarına dayanıyor. Mikro elektronik devrimin bir sonucu olarak, katma değer üretimi, ille de işgücü kullanmak zorunluluğu çarkından çıktı -hem de, şurada birkaç onyıl öncesine kadar sadece bilimkurgu tarafından hayal edilebilecek ölçülerde. Bu gelişme sürecinin duracağını, hatta tersine dönebileceğini artık hiçkimse cidden iddia edemez. 21'inci yüzyılda "işgücü, emek" adlı metanın daha çok satılma ihtimali ne kadar yüksekse, 20'inci Yüzyılda "atlı posta arabası" adlı ürünün satış grafiğinin yükselmesi ihtimali de o kadar yüksekti. Ama bu toplumda kendi iş gücünü satamayan kişi “lüzumsuz” sayılıyor ve sosyal çöplüğe atılıyor.

Çalışmayan, yemek de yemesin! Bu utanmaz, alaycı ilke hala geçerli -ve anlamını umutuzca yitirdiği için, bugün her zamankinden daha geçerli. Absürd olan şu: Tam da ücretli emeğin gereksiz hale getirildiği bir zamanda toplum, asla bu kadar yoğun bir iş toplumu haline gelmemişti. 'Ücretli emeğin', tam da ölüm döşeğindeyken, yanında ikinci bir Tanrıya tahammül edemeyen totaliter bir güç olduğu anlaşıldı. Ücretli emek, günlük hayatın ve ruhun en ince kılcal damarına kadar düşünceyi ve düşünceye göre hareketi belirliyor. Ücretli emek putunun hayat süresini suni bir şekilde uzatabilmek için hiçbir masraftan kaçınılmıyor. O paranoyak “Meşguliyet” çığlığı, bilinen en uzun süreli 'doğal kaynaklar tahribatı'nı adeta özendiren geçerli gerekçe sayıyor. Çalışılabilecek birkaç sefil “iş yeri” ihtimali için, toplumun bütünüyle komersiyel hale getirilmesinin önündeki son engellerin de eleştiriye tâbi tutulmadan ortadan kaldırılmasına izin verilmeliymiş! Ve 'Hiç işi olmamaktansa her hangi bir işi olmak iyidir' cümlesi, herkesten inanarak söylemesi beklenen bir kelime-i şahadet cümlesi haline geldi.