İlk Bizans-Türk ittifakı ve Türk elçisi Maniah'ın, 567 yılında İstanbul'a yolculuğu

Doğu Roma imparatoru II. Justin, koruyucusu Melek Mikael olan İstanbul’un konuklarını ayakta karşıladı. Kalabalık Türk delegasyonu, sonbaharda Konstantiniye'nin benzersiz surlarından geçerek şehre girdi. İznik konsilinin yapıldığı 325 yılındaHristiyanlık dininin temel inanç şeklini belirleyen ve dünyaya kabul ettiren I. Konstantin devrinden beri köprülerin altından çok su akmıştı... İstanbul sarayının başı, ezeli düşmanı İran'la yeniden dertteydi. 
Justin, İstanbul’daki Roma tahtına sadece iki yıl önce çıkmıştı ve iktidarının ilk önemli olayının, Türk elçiyle konuşup karara bağlayacağı ittifak olacağını düşünüyordu. Türklere ve dost bildiği İstemi Kağan'a güveniyordu. Aslında tarihte çok önemli birşey oluyor, yerleşik uygarlığın beşiği Anadolu ile göçebe uygarlığın beşiği Asya steplerinin hırçın savaşçıları arasında önemli bir birliktelik doğuyordu.

Göktürk Kağanı İstemi’nin delegasyonuna başkanlık eden Sogd’lu Maniah tecrübeli bir diplomattı. Beraberindeki Türk soyluları ve Sogdlu tüccarlar da Göktürk sarayının tüm ihtişamını yansıtacak kadar özenliydiler. Ama bu ittifakın oluşması için en istekli olan kişi, Doğu Roma İmparatoru Justinian olmuştu. İran Sasanilerine karşı Türklerle kalıcı bir ittifakı ilk düşünen kişi oydu. Ona boşuna ‘büyük’ Justinian dememişlerdi. Büyük düşünebilen, stratejik uzun vadeli planlar yapan önemli bir hükümdardı Justinian. İran Sasani hükümdarı I. Hüsrev’e 532’de vergi ödemek zorunda kalması onu yemiş bitirmişti. İranlılar Antakya’ya saldırıp yağmalayınca, Justinian dayanamamış, barış yapmak zorunda kalmıştı. Sasanilere verdiği vergiyle ‘Sonsuz Barış’ adı konan bir suni barış dönemini satın almıştı aslında. Amacı, zaman kazanıp önce batıdaki sorunlarını halletmek, sonra tekrar başbelası Sasanilele uğraşmaktı.

Justinian, İranlılarla bir çok bölgede çatışma halindeydi. Kafkasya’da Ermenistan, Karadeniz kıyısındaki Petra kalesi, Lazika ülkesi (Lazistan) ve Mezopotamyanın çeşitli kaleleri, askeri alanda daha başarılı Sasanilerle hantal Doğu Roma ordusu arasında el değiştirip duruyordu. İranlıların püsküllü belası Türkler, sadece onlar, Sasanileri durdurabilirlerdi. Zaten Sasanilerle savaş, 562’de Türklerin devreye girmesi sayesinde bitmişti. Durum resmen İran ile Bizans arasında ortada gibi görünmesine rağmen, Sasaniler avantajlıydı ve bu durumun kalıcı olmamasını sağlamak, Justinian’ın en büyük amacıydı. Türkler, 560 yılından itibaren Sasanileri doğudan vurmaya başladılar. Gerçi henüz Kutlu Bilge Kültegin doğmamış, Türklere has çok etkili savaş yöntemlerini geliştirip onlara öğretmemiş, Türklerin hakimiyet bölgesini Mançurya'dan Hazar'a kadar genişletmemişti. (Kutlu Bilge Kültegin, 731'de öldü. Onu zehirlediler. Ama ölüm döşeğindeyken, onu zehirleyenlerden intikamını aldı. -Başka bir yazı konusudur)  

Türklerin saldırıları olmasaydı, Sasani hükümdarı Hüsrev’in İstanbul’la barış yapmaya pek niyeti yoktu. Justinian, Türklerle müttefik olmak ve bir anlaşma imzalamak amacını gerçekleştiremeden, 14 Kasım 565’de İstanbul’da öldü. Tahta, kızkardeşi Vigilantia'nın oğlu II. Justin çıktı. İşte çiçeği burnunda yeni Roma hükümdar II. Justin, şimdi Türkleri bu yüzden kazanmak istiyordu. Sevgili dayısının amacını mutlaka gerçekleştirmeliydi. Türk elçiye gösterdiği teveccüh, Türklerle sağlam bir ittifak kurmak içindi.

Partlara karşı isyan eden İranlı bir Bey, Ardaşir tarafından 224 yılında kurulan Sasani devletinin daha ikinci hükümdarı Şapur, kendini ‘Şehinşah’
(Şahlar Şahı) ilan edip bu ünvanını kullanmaya başladı. Ve Sasaniler, Doğu Romalıları batıya doğru sürerek genişlediler. 'Şehname', Sasanilerin hikayesini tüm ayrıntılarıyla anlatır. İran Sasanileri, daha 260 yılında Urfa’ya saldırmışlardı. Hristiyanlığın kutsal bölgelerine doğru genişleyip, ateş dinlerini oralara kadar sokmaları, Bizanslıları çileden çıkarmıştı. Tahta çıkan her yeni Doğu Roma İmparatorunu bekleyen yegane sorun, ‘Doğu Sorunu’ idi. Sasaniler işi iyice abartıp Kilikya’ya (Adana-Mersin bölgesi), oradan Kapadokya’ya, kadar girip ortalığı talan edip İran'a döndükleri için, bu denkleme Türklerin doğudan dahil olması artık şart olmuştu. İran'dan yayılan ateş dinini Anadolu'ya sokmamak gerekiyordu.

Çinlilerin Tu-Cüeh dediği Türkler, yerleşik eski biir kültüre sahip Sogd halklarıyla da ittifak yaparak Asya’nın merkezini kontrolleri altına almışlardı. Asyanın eski yaman göçebeleri ile İskitlerin torunları Sogdlar, ilan edilmemiş bir ittifak kurmuşlardı. Sogdlar tüccarlıktan iyi anladıklarından, dünyanın her tarafına gidiyor, çeşitli diller öğreniyor ve Türk hakimiyetine destek oluyor, onlarla birlikte yaşıyorlardı. Tarihin karanlık derinliklerinden gelen, yeryüzüne taş üstüne taş dikmeyi bile saygısızlık sayan ‘Gök Tengri’nin halkları’, Asya'nın batısında ‘Hunlar’ adıyla, doğusunda da 'Xiung-nu' adıyla tanınmışlardı. Onlar herzaman bir federasyondu. 
Çok sonra kendilerine ‘güçlü’ anlamında ‘Türk’ (Old Turkic letter K.svgOld Turkic letter R2.svgOld Turkic letter U.svgOld Turkic letter T2.svg), demeye başladılar ve bu ad, aynı zamanda bir sıfat olarak göçebeler arasında çok tutuldu. İşte o ‘güçlüler’ konfederasyonunun ataları, ünlü '24 Çin yıllığı' ciltlerinden birinde de iddia edildiği üzere (Zhou shu’da), dişi bir kurt idi. Ve dişi kurdun soyundan gelen göçebe soylulara ‘A Şi-na’ (veya ‘Asena’) deniyordu. Türk soyluları, kendilerini ‘A Şi-na’ soyuna dahil sayıyorlardı ve ‘Türkler’in federasyonları kendilerine, hep A Şi-na'ları hükümdar seçiyordu. İstami Kağan da o soylylardan biriydi ve Gök Türk federasyonunun kurucusu Bumin Kağan’ın 552’de ölümünden sonra Kağan olmuştu. Bumin, Çin yıllıklarında, A Şi-na’nın torunu sayıldığına göre, demek ki Cücenlere karşı ayaklanıp (Çinlilerden de yararlanarak) bağımsızlığını ilan ederken, bütün ‘Türk’ göçebeler tarafından desteklendiği doğru olmalıydı. 

Bumin, yeni bir saldırıyla Cücenleri darmadağın ettiği yıl öldü. Onun tahtına oturan İstemi, önce bir Kırgız prensesiyle evlenip Kırgızlarla arasındaki düşmanlığa son verdi, sonra 560’da Moğol Kitanlarına saldırıp onları yendi. Kitanlar, tarihlerinin sonuna kadar Türklere balta olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Ancak steplerin en eski hükümdar soyu A-Şi-naların ardından, Asya’nın yeni hükümdar soyu Çingisliler zamanında erimişlerdir. (Kitanlar, Selçuklulara bile balta olmuş, Sultan Sancar’ı 1141’de Semerkand’da duman etmişlerdir!)

İstemi Kağan, hükümdar olduktan sonra, 'Gök Türk' konfederasyonunun Batı kesiminin başı gibi hareket etti. Çingis Han'ın Çingislileri gibi bütün kalamadılar. İstemi, pragmatizmin sözlü kitabını da yazmış biriydi aynı zamanda! Heptalitlere karşı Sasanilerle kısa bir ittifak bile kuran Türk hükümdarı, İstemi Kağan'dır. Heptalitlerin varlığına son vermiştir. Devletsiz kalan bu halkın daha sonra Afganistan’ın kuzeyindeki efsanevi Badahşan bölgesine yerleştiğini ve sonra başka adlar altında yeniden önem kazandığını biliyoruz (Badahşan, Panşir Aslanı Ahmed Şah Mesud’un memleketi. Bu büyük savaşçı, 11 Eylül 2001 olayından hemen önce "gizemli" bir şekilde öldürülmüştür -ayrı yazı konusu). İstemi Kağan’ın bu olayların ardından, Batı Asya’nın hemen her yerinde at koşturduğunu biliyoruz. Ve Kağan, ekonomiden de anlıyor!

İstemi Kağan, İstanbul’a kadar gelen ipek yolunu, stratejik bir planı kurup, istemine göre açıp kapatıyor -hem de İranlıları çıldırtacak şekilde! Eli de rahat. Çünkü İstanbul’da oturan Roma İmparatoru Justinian ile uzaktan prensip anlaşmasına varmış. Olay İstanbulluların hoşuna gidiyor tabii... İranlılar, Türklerin oyununa kolay teslim olmayacaklarını kanıtlamak istercesine, onlarla uğraşmaya başlıyorlar ve bunu çok hin yöntemlerle yapıyorlar. Bu ilginç sinir harbinde İranlılar da Türkler de Sogdluları birbirine karşı kullanıyor. İranlılar, Türkler için ticaret yapan Sogdlulara kötü davranıyorlar, onları terörize ediyorlar ve hatta onları öldürüyorlar. Amaç, Türklerin entelektüel kesimini ve ticaretini vurmak. Türk-Bizans ilişkileri, işte bu şartlar altında cidden başlıyor. Ama resmi ilişki kurmak için önce Türklerin harekete geçtiği konusunda sağlam kanıtlar var.

Türk delegasyonunu İstanbul'da karşılayan II. Justin, Asya’nın sırlarına vakıf Türkleri etkilemek için İstanbul sarayında onlara ipek böceği kozaları gösteriyor. Türkler, Doğu Roma sarayının, Çinlilerin sırlarını bildiğini görünce çok şaşırıyorlar. Kurnaz İstanbullular, bu yolla Türkleri çok etkilemiş olmalı ki, olay eski Bizans kaynaklarında bile yazıyor. Diğer yandan İstanbullular, İpek Yolu’nu zırt-pırt kesen Türklere, “kibarca” mesaj verip, "yolu bizim aleyhimize olacak şekilde kapatmayın, bakın biz ipek üretebiliyoruz" demek istiyorlar. -Tabii yalan! Birkaç kozayla ipek kumaş dokumak arasında kocaman dağlar var, mesela Altaylar kadar!

Burada ilginç olan, Türk delegasyonunun tam bir yıl boyunca İstanbul’da kalmasıdır. Yani Moğollardan kaçıp İstanbul’a sığınan Rum Selçuk Sultanları ve Selçuklu Şehzadelerinden yarım bin yıl yıl önce Türkler, İstanbul’da yaşayıp görüp geçirip, tiyatrolara, hipodroma falan gidip, orada gördükleri herşeyi İstemi Kağana yetiştirmişlerdir! Justin, Türk delegasyonunu İstanbul'dan Asya’ya uğurlarken yanlarına bir Bizans elçisi veriyor. Zemarchos adındaki bu diplomat, Türk Kağanıyla Doğu Roma İmparatoru adına Sasanilere karşı bir antlaşma imzalayıp İstanbul’a dönüyor. Bizanslı elçi İstanbul’a dönünce, Türk sarayını anlata anlata bitiremiyor. Adamın Marco Polo'dan çok önce anlattığı hikayelere İstanbullular inanıyorlar va İtalyanlar gibi ona 'Millio-millioni' gibi (yalanın bini bir para anlamında) bir Marco Polo lakabı takmıyorlar. O zamanlar gazete falan da yok elbette... (iyi ki de yok! Düşünün, 568 yılı Ekim ayında bir gün, İstanbul'da Hürriyet, Milliyet, Habertürk manşetten vermiş: "Türk elçisi Maniah, kırmızı ipekler gizmiş renkli Türkleriyle birlikte bugün şehrimizden ayrıldı." Logonun hemen üzerinde reklamlar: "Bütün Bizanslılara TOKİ'den taksitle ev" -oh my God!..) Ama Efesli Yohannes adında biri, elçi Zemarchos'un anlattıklarını bir bir yazmış. İstemi Kağan'ın tekerleki Türk tahtı, altınla kaplanmış çadır direkleri, Kağan’ın altın yatağı, gümüş kap-kacak kolleksiyonları vs. türünden bütün atraksiyonları, bu Efesli magazin yazarından öğreniyoruz.
Peki bu Bizans-Türk ittifakı sonra ne mi oluyor? Hiiiç!..

Sasani Şahı Hüsrev, iki cephede birden savaşıp Türk-Bizans kıskacını kırıyor ve 573’te hem İstanbulluları hem de Türk göçerleri evire çevire yeniyor. Türkler ve Bizanslılar, bu ittifakı üç yıl daha yoğun bir şekilde sürdürüyorlar. İstemi Kağan 575’de öldüğünden, biraz da bu nedenle ittifak çözülmeye başlıyor. İstemi Kağan’ın oğlu Tardu, babasının cenaze törenine, Bizans elçisi Valentinos’u da yanına alarak gitmesine rağmen, ittifakı sürdürmek için hiçbirşey yapmıyor ve Türkler İstanbul sarayını 591 yılına kadar oyalıyorlar. Tardu’nun işi hafife almasının somut bir nedeni de var elbette.

O sırada Doğu Roma, Anadolu’ya Selçuklular gelip yerleşinceye kadar sürdürdüğü yeni bir ittifak kuruyor batıda. Bir ara hızını alamayıp İstanbul’a kadar dalan Avarlarla iyi ilişkiler kuran İstanbul sarayı, Tardu’nun çok canını sıkıyor, çünkü Avarlar, Karadeniz kuzeyinden Hazar denizine kadar bir bölgede Türklere rahat yüzü göstermiyorlar. Bizanslılar asıl İran etkisini kırmakla meşgul olduklarından, Avarların Türklerle uğraşmalarına pek ses çıkarmıyor, çıkaramıyorlar. İşte Türklerle Bizanslıların aralarının bozulup öylece de kalmasının nedeni bu Avarlar oluyor. Tardu, Avarlar Türklere saldırdıkça, İstanbullulara düşman oluyor, İranlılarla da barışmıyor. Aksi bir adam yani! O düşmanlık bugüne kadar devam ediyor.

Tardu Kağan, Türklerin o zaman İstanbul ve Anadolu'yla birleşen kaderini yarım bin yıl boyunca buzluğa kaldırıp askıya almış olsa da, çok önemli birşey yapıyor ve Ortaçağ Türk entelektüel hayatının merkezi Horasan’ın alınmasına önayak oluyor. İranlılara sıkı darbe. Tardu, Horasan'ı alan Türk hükümdarı olarak tarihe geçiyor. Ve 589 yılından itibaren Kunduz ve Belh, Türk hakimiyetine geçiyor. Tardu, İranlıların önemli merkezi Herat’a da giriyor ama orada tutunamıyor. 

Türkler daha sonra İran'a saldırmakla kalmayıp, neredeyse 1950'lere kadar orayı yönetiyorlar. Selçuklu Sultanları işi ileri götürüp kendilerini Sasaniler gibi 'Keyhüsrev' falan diye de adlandırıyorlar. Ama taşlar değişiyor, Bizans'a olan düşmanlık değişmiyor. Tabii bunun bir nedeni de Orta Asya'ya kadar giren Arapların verdiği Müslümanlık gazı oluyor. Araplar Sasanileri duman edip Türklere İslam dininin en light-versiyonunu kabul ettirdikten sonra da Türklerin Rumlara karşı düşmanca tutumu pek değişmiyor -bu sefer de 'Küffara Cihad' hadisesiyle oyalanıyorlar. Türkler ancak Anadolu'ya yerleştikten sonra Rumlara gözükapalı güvenmeye başlıyorlar, hatta Anadolu Rum Selçuk Hükümdarı Sultan Keyhüsrev'in torunları, Hace Nasreddin (12 Nisan 1261'de Mevlana'nın Moğol müttefiki müritleri tarafından) öldürüldükten sonra gittikleri İstanbul'da Ortodoks Hristiyan oluyorlar ve Bizans ordusunun başarılı Türk generalleri olarak tarihe geçiyorlar. Hatta onlara Selçuklu Bizanslıları anlamında bir lakap da takılıyor. (Bu genç generallerin adlarını ve lakaplarını da biliyordum, hatırlayamadım. Araştırıp buraya yazmak gerekiyor.) Bizans-Türk ittifakının hikayesi, kısaca böyle.